Tuhaf bir duygu. Bir süredir Çeşme ve İzmir’in ışıkları görünüyor. Dışarıda kuvvetli bir rüzgâr var ama artık sıkıldığımız için Derin’le birlikte sık sık güverteye çıkıp ne kadar kaldı diye bakıyoruz. Işıklar iyice yaklaştığında gemide bir hareketlenme başlıyor. İnsanlar hazırladıkları eşyalarını koridorlara, yemek salonunun önüne, kısacası bulabildikleri uygun yerlere çıkartıp, limana yanaşacağımız anı beklerken ortalıklarda gezinmeye başlıyorlar.
İlk andan bu yana hiç olmadığı kadar kalabalık bir hale gelen feribot kıyıya iyice yaklaşınca, arabaların bulunduğu ambar kısmının kapıları açılıyor ve herkes eşyalarını arabasına yerleştirmeye koyuluyor. İçimizde garip bir heyecan var aslında. Dört tarafı kapalı bir alanda, arabanın içinde bekliyoruz. Ne kadar var, yanaşıyor muyuz, kaptan fikir değiştirip İstanbul’a gitmeye mi karar verdi, hiçbir fikrimiz yok.
10 – 15 dakikalık bir bekleyişin ardından feribot kıyıya yanaşıyor ve kapıların aralanması ile birlikte içeride hummalı bir koşuşturmaca başlıyor. İtalya’da son derece sakin bir şekilde gemiye binenler, şimdi gemiden iner inmez çıldırmış gibi hareket etmeye başlıyorlar, neden bilinmez. Feribottan inince kızımı park yerine götürüyor, pasaportlarla birlikte bir kulübenin içinde oturan polis memurunun önünde sıra oluyoruz. İnsan bir parça güleryüz görmeyi, memleketine döndüğü için mutlu olmayı bekliyor. Ama pasaportlarımızı kontrol eden memurun yüzünde bir gülümsemeden başka her şey var. Buna rağmen ben çok keyifliyim ve bir sürü cıvıklık yapıyorum ama bütün yaptıklarım soğuk bakışlar, ifadesiz gözlerle karşılanıyor. Tabiî ki bundan herhangi bir çıkarımda bulunmak mantıklı değil, belki de memur arkadaş normalde de asık suratlı biridir, herkes de gülmeye mecbur değil ki…
Pasaport kontrolünün ardından Free Shop’a geçiyor, biraz daha sigara ve içki alıyoruz. Yahu bu kadar içkiyi kim, ne yapacak? (İnanmazsınız, aradan bir buçuk yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen içkilerden bazıları hâlâ duruyor.)
Free Shop’un ardından gümrük kontrolüne geçiyoruz. Hmm, sanırım normal hayatında güleryüzlü olmayan bir başka memur daha var karşımızda. Bakışlarını, tavırlarını görseniz inanın siz de benim hissettiğim gibi hisseder, “Acaba bir köşede uyuşturucu vardı da biz mi unuttuk yahu?” diye düşünürdünüz. Öyle bir davranıyor ki bize, sanırsınız ülkenin en azılı suçlusu geri dönüyor. O kadar zamanı gavur illerinde geçirdikten sonra bir parça sıcaklık beklemek insafsızlık mı ya?
Gümrük kanunlarına aykırı tek şey var yanımızda: limitlerin üzerindeki içkiler. Bir yandan arabayı doğru dürüst kontrol etmiyor, bir yandan da kendince beni faka bastıracağını düşündüğü sorular soruyor. “Gümrüğe tabiî mal var mı?” “Yok?” “Emin misin?” Breh breh breh! Çok korktum. Kekeleyerek, “E-e-minim,” diyor ve büyük yetenek karşısında kendimi ele vermiş oluyorum! Hemen şişme yatağın içini yokluyor. Arabanın arkasını boydan boya kaplayan yatağı kontrol edemeyeceği için beyhude bir çaba bu, tabiî ki. Yatağın altına falan bakıyor ama baktığı yer, ancak yakalanmak niyetinde olan bir kaçakçının mallarını saklayacağı yer. Yahu oraya bir şey konur mu, hemen bulunur zaten.
Çoğu zaman olduğu gibi bu da laf olsun torba dolsun uygulamalarından biri işte. Bu tavırların ardından epeyce sinirleniyor ve bir karar veriyorum: bir şekilde içkilerimi yakalarsa, teker teker açıp yere dökeceğim.
Ama tabiî ki bir şey bulamıyor. Yanlış anlamayın beni, biliyorum ki gerçekten de bir şeyler bulamaya çalışıyor olsa bulur, bu konudaki yeteneğine takılmış değilim. Benim canımı sıkan, ülkeme geldiğimde maruz kaldığım tavırlar.
Bütün bu işler sona erip de biz gümrükten çıktığımızda saat ikiye geliyordu. Tabiî ki yemeklerimizi özledik. Hemen ufak bir Çeşme turu yapıyor ve meydan civarındaki bir lokantaya çörekleniyoruz. Ben hemen buz gibi, gazı tam kola istiyorum, sonra da işkence çorbası, hatta damardan tuzlama olayı. Sonra da gelsin kebaplarımız. Derin tuhaf bir biçimde spagetti istiyor kendine, garibim henüz adapte olamadı sanki.
Tülay’ın ve benim yemeklerimizi görünce pişman oluyor tabiî ki. Baba yüreği bu, kolay mı? Çocuğun boynu bükük halini görünce kendi yemeğimi ona verip spagettiye ben devam ediyorum.
Kahve! Türk kahvesi. Bir güzel gidiyor ki anlatamam. Derin hemen dondurma ile şımartıyor kendini, bense hâlâ damağımda olan gelato tadının keyfini bir süre daha sürmeye niyetli olduğum için bulaşmıyorum dondurmaya.
Saat 03:30 gibi bir saatte kızıma doluşuyoruz, bu tatil için son kez. Derin’i arkaya yatırıyoruz, hemen uykuya dalıyor. Çeşme’den İzmir’e doğru giderken, karı koca öylesine huzurlu, öylesine keyifliyiz ki anlatamam. Aklımıza geliveren olayları birbirimize hatırlatıp, tatilimizden bahsediyoruz uzun uzun.
İzmir çıkışında Tülay da arkaya geçip yatıyor ve ben de gaz pedalına yüklenip Afyon’a doğru hızlanıyorum. Her zamanki gibi, standart hız 90 ama gecenin tuhaf bir saati, tam dizelci kabusu. hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlarken göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyorum. Bir süre cebelleştikten sonra, o kadar yol gibi Kütahya civarı kaza yaparsak trajikomik bir şey olur diye düşünerek bir benzinliğe giriyorum.
Afyon’a yaklaşık 60 kilometre kadar bir yolumuz var ama ben bitmiş durumdayım. Tülay geçiyor direksiyona ve ben de oğluşumun yanına atıyorum kendimi.
Uyku öyle tatlı ki. Artık bilinmeyen yok hayatımızda, nereye gidiyoruz, nasıl gideceğiz, gidemezsek ne olur, yol kenarında durup birinden sigara isteyebilir miyiz isteyemez miyiz, biliyorum. İşte bu rahatlık içerisinde kısa bir sürede dalıyorum uykuya.
Biliyor musunuz, bir sonraki cümleyi dillendirebilmek için bir buçuk yıldan bu yana bekliyorum ben. Şimdi kana kana, doya doya ve büyük huzur içerisinde yazabilirim. Hani derler ya, bütün yollar Roma’ya çıkar diye, hikâye! Bütün yolların çıktığı bir tek yer bu dünyada: Afyon İkbal Tesisleri.
Bir yiyorum, bir yiyorum, sanki 14 yıldır bir şey yememişim gibi. Bedenin kafadan altta kalan kısmı öylesine dolu ki, adeta nefes alacak yer yok.
Hâlâ çok yorgun olduğumu gören Tülay beni yine arkaya gönderiyor. Ama sürekli ayağını üzerime atan Derin yok bu sefer yanımda. Anca bu kadar uyunur! 3 saat boyunca inanılmaz keyifli bir uyku çekiyorum. Polatlı – Temelli arasında bir yerlerde kayınço, Ömür arıyor. Artık döndüğümüzü ve yarım saat kadar sonra evde olacağımızı söylüyor, çayın altını yakmasını sıkı sıkı tembihliyor ve evde buluşmayı kararlaştırıyoruz.
Yola çıkmamızın üzerinden 21-22 gün ve yaklaşık 6.000 kilometre geçti. Dilek olay!
Hani tatilden döndüğünde insan evini özlemiş olur ya… eminim ki siz de “Evim Güzel Evim” diyorsunuzdur içinizden, uzun bir seyahatin ardından eve dönünce. Ama böyle yoğun, böyle şiddetli bir şekilde daha önce hiç hissetmemiştim bu duyguları. Sanki 30 yıl önce çıktığım ana rahmine dönmüş gibiyim, ancak böyle anlatabilirim.
Ev, Hareketli (kaplumbağamız), çiçeklerimiz, “Ah, çay bardağım!” Kayınço, eşi Birgül. Çaylar elimizde, kâh balkonda, kâh mutfakta süren bir sohbete koyuluyoruz.
Hayatımızın en güzel tatillerinden birini geçirdik, sanırım bunu anlatmak, yaşananları konuşmak ya da hatırlamaya çalışmak hayatımızın sonuna dek yapacağımız bir şey olacak.
Bir iki gün içerisinde bitiririm diyordum yazılarımı ama bir buçuk yıl sürdü. Yazmak zaman zaman zor gelse de, düşündüğümden çok daha fazla zaman alsa da bitirdim. Eminim ki yaşadıklarımı hayatımın sonuna kadar asla unutmayacak, o keyifleri hayalimde olsa da yaşamaya devam edeceğim.
Herhangi bir şekilde hata ettiysek affola.
Okuduğunuz için teşekkürler.


