Artık bir tür âdet oldu, anlaşılan o ki Ankara’ya döneceğimiz güne kadar şöyle kana kana uyumak mümkün olmayacak. Vapuru kaçırır mıyız endişesi içinde, kargaların kahvaltı saatinden hemen önce, altı buçuk gibi uyanıyor ve gündüz gözü ile uyanıp nasıl bir yerde olduğumuza bakıyoruz.
Küçük Anadolu şehirlerinin otobüs terminallerini bilir misiniz, özellikle de bir on yıl önceki hallerini? Önünde park ettiğimiz ve feribot biletimize check-in yaptırmayı beklediğimiz bu bina, izbe, yıllardır içini dolduran sigara dumanı yüzünden sinen tuhaf bir kokuya, beklemekten içleri geçmiş, hayattan bıkmış insanlarla dolu o çıplak, bakımsız, insanın içini sıkan o beton binalardan biri işte.
Binanın içinde küçük bir kahveci var ve açılmasıyla birlikte çoğunun limanda çalışan işçiler olduğunu tahmin ettiğim bir sürü insanın istilasına uğruyor. Ben de hemen bu kalabalığa karışıp Tülay’a ve kendime kahve alıyorum. Bu kahve meselesini hâlâ çözemedim; bazı yerlerde, Cafe Amerikano dediğim zaman bizim istediğimiz türden filtre kahveyi veriyorlar, bazı yerlerde ise Cafe Amerikano demek bana tuhaf tuhaf bakmalarına neden oluyor.
Neyse ki burası birinci kategoriye ait. Check-in işlemini yapacak görevli saat sekiz gibi geliyor ve işlemlerimizi yaptırıp, feribota bineceğimiz terminal binasına geçiyoruz. Ortalıkta bir kalabalık var, sanırım bu insanlar birlikte yolculuk edeceğimiz kişiler. Ancak garip olan şu ki, ne zaman ne yapmanız gerektiği ile ilgili herhangi bir açıklama görmüyorsunuz. Kalabalık bir tarafa doğru hareketleniyor, siz de hemen peşlerindesiniz. Hani bir beş kişi hızlı adımlarla tuvalete yönelse, hep birlikte takip ederiz gibi bir durum var ortalıkta.
Check-in işlemi biten diğerlerinin peşinden diğer terminal binasına geçiyoruz, bizim kıza atlayıp. Burası daha modern bir yer, içeride bir gazete büfesi falan var. Burada çeşitli ihtiyaçlarımızla ilgilenip bizim feribotun gelmesini beklemeye koyuluyoruz.
Bir saat kadar bekledikten sonra feribotumuz geliyor ve gümrük kontrolüne giriyoruz. Gümrük kontrolü diyorsam fazla bir şey beklemeyin, bir İtalyan gümrük memuru var, pasaporta ve giriş damgalarına bakıp pasaportlarımızı geri veriyor. Pasaporta herhangi bir çıkış damgası basmaması beni endişelendiriyor ama yapacak bir şey yok, adamın başı fazlasıyla kalabalık ve sormak mümkün değil.
Pasaportlarımızı, arabanın camına koymamız gereken bir kartonu alıp kızımın yanına gidiyoruz ve işlemlerini bitiren diğerleri ile birlikte feribota binmek için sıraya giriyoruz. Liman girişinde bir kez daha pasaportlarımıza ve biletlerimize bakıyorlar. Etrafta fazlaca Türk olmasına rağmen kaynak yapmaya çabalayan kimse olmuyor, şaşırıyorum.
Feribot iskeleye yanaşıyor, kapısını açıyor, motorlar birbiri ardına harekete geçiyor ve arabalar yavaş yavaş gemiye doğru ilerlemeye başlıyorlar. Hani akıl veriyor gibi olmak istemem ama güvenlik sıfır. Kızım koca bir minibüs, ama içinde bir şey var mı diye bakan, kardeşim bu kadar C4’ü ne yapacaksınız diye soran olmuyor ve heyecan içinde feribota giriyoruz.
Feribotun içinde araba park edilen alan iki katlı ancak fazla yolcu olmadığı için sadece giriş seviyesine park ediliyor arabalar. Kızımızı bırakıyoruz ve bizi yolculuk sırasında herhangi bir eşya almamızın mümkün olmayacağı konusunda uyardıkları için dikkatli bir şekilde eşyalarımızı ayırıp, gerekebilecek şeyleri yanımıza alıyoruz. Bir görevli bize eşlik ediyor ve minik bir asansöre binip kamaramızın bulunduğu kata ulaşıyoruz.
İlk kez bir gemi yolculuğu yapacağımız için bir parça heyecanlıyız galiba. Kamaramızdaki ilk anlarımız dört bir tarafı inceleyerek geçiyor. Açılıp kapanan iki ranza ve iki de yatak var. Biz ranzayı açıp bir daha hiç kapatmadık. Yataklarımız son derece rahat ve kamaramızın kendine ait bir de banyosu var, keyfimiz gıcır yani. Tuvalet vakumlu ve epey gürültülü bir şekilde çalışıyor. Motorların titreşimini kamarada hissedebiliyorsunuz.
Bir süre kamaramızda oyalandıktan sonra gemiyi gezmeye başlıyoruz. Bir restoran, bir bar, sinema, oyun salonu falan gibi bir sürü yer var zaman geçirebilecek ama kısa bir süre içinde hepsi tükeniyor, benden söylemesi.
Henüz limanda olan feribotumuzun dört bir yanını geziyoruz. Hava sakin, deniz çarşaf gibi. İçimizde hafif bir hüzün var çünkü tatilimizin sonuna geldik. Ama bir yandan da Türkiye dönüyor olduğumuz için mutluyuz galiba, sanırım biraz özledik.
Saat 11 gibi limandan ayrılıyoruz. Derin odada, Napoli’den aldığımız yiyeceklerden kalanları atıştırmakla meşgul. Tülay ve ben de restoranda oturuyor, deniz manzarası ve hafif bir titreşim eşliğinde (artık iyice azalıp bitme noktasına gelen paramızı da dikkate alarak) çorbalarımızı mideye indiriyoruz. Leziz. Gemide hiçbir yerde para geçmiyor. Bir vezneye gidip parayı bir karta yükletiyor ve her şeyi onunla ödüyorsunuz.
Bu arada fazla bir şey olmadığı için biraz hızlı ilerleyeceğim. Adriyatik faslı bitip de Akdeniz’e açılınca hava kötüleşti ve ikinci günün neredeyse tamamı boyunca sallanıp durduk. Tülay’ı zaten deniz tutar, o yüzden ikinci gün onun için pek de eğlenceli geçmedi ve yolun büyük kısmı boyunca kitap okudu. Sabah kahvaltıları ve akşam yemekleri bilet fiyatına dahildi, öğlenleri de çorba hamburger gibi seçenekleri kullanıma aldık. Derin ve ben, odada oturmaktan sıkıldığımız zamanlarda gemiyi dolaştık, kaptan köşküne çıktık, zaman zaman da güverteden denizi seyrettik.
Gemide bir de free shop var. Buradan bol bol içki aldık, kalan son paramızla. 1,5 litrelik Tekila, 10 Euro gibi bir paraya satılıyordu; aklınızda bulunsun, içkiler İzmir’deki Free Shop’tan daha ucuzdu.
İzmir’e yaklaşırken hava giderek bozdu ve sonlara doğru insanı epey sersemleten bir hal aldı. Bu fırtına yüzünden İzmir’e varışımız da bir iki saat gecikti ve 14 ağustos (daha doğrusu 15 ağustos) gecesi saat 01:00 sularında feribotumuz Çeşme limanına yanaştı. Çeşme gümrüğü ve Ankara’ya dönüş yolculuğumuzu da bir sonraki yazımda anlatacak ve böylece, blogumu 2 yıl sonra bitirmiş olacağım.