Çok yorulduk. Çok yorulduk ama keyfimiz daha yerinde olamaz. Camping Roma’daki karavanımızda son derece mutlu bir şekilde, arabanın içindeki yatağa tıkışmadan kalabiliyoruz, klimamız çalışıyor, buzdolabına bir şeyler koyabiliyor ve bu arada da kızımın aküsünü bitirmiyoruz. Kampingin hemen karşısındaki marketten aldığımız bir sürü kahvaltılığımız var ve bugün hiçbir şey yapmadan dinlenmeye karar verdik.
Karavanda kalıyor olsak da kamping hayatı başka şeye benzemiyor ve bu yüzden de, sanki mecburmuşuz gibi sabahın erken denebilecek bir saatinde uyanıyor ve kahvaltı hazırlıklarına girişiyoruz. Ben Türküm ya, ilk iş olarak çay suyu koyuyorum. Minik minik, plastik bardaklarda pek keyfi çıkmıyor ama cam bardağım yok, belim de kalın epeyce diyerek keyfimi hiç kaçıramam doğrusu.
Çay oluyor, leziz reçeller, peynirler ve küçük ocağımızın tavasında pişirmeyi ihmal etmediğimiz yumurtalar ile dört dörtlük bir kahvaltı yapıyoruz. Üzerine de bir kahve keyfi! Peh, hayat bu olsa gerek.
Tülay ve ben bir şekilde idare ediyoruz çünkü o günlerde henüz şimdi olduğumuz gibi bilgisayar bağımlısı değildik. Ama Derin efendinin durumu vahim. Çocuk internet diyor da başka bir şey demiyor. Tülay ve bense sadece ayaklarımızı uzatıp dinlenmeyi istiyoruz. Eh, yaşlılık işte.
Camping Roma’da yok yok ki! Derin’i yanıma alıp bilgisayara odasına götürüyorum ve yanlış hatırlamıyorsam 5€ gibi bir bedel karşılığında bir ya da iki saat kadar sanal dünyaya erişmesini sağlıyorum. Öğlenden sonra ise havuzu ziyaret etmek gibi bir planımız var. Tülay’ın yanına dönünce ben de ona katılıp şöyle rahat rahat uzatıyorum ayaklarımı ve tatilimiz, yaşadıklarımız hakkında sohbet etmeye koyuluyoruz. Gördüğüm kadarıyla Tülay ve Derin de en az benim kadar mutlular ve onlar da böyle bir tatilden çok büyük keyif alıyorlar.
Sigaralarımızı tüttürüp kahvelerimizi yudumlayarak ve havadan sudan konuşarak geçen bir iki saatin ardından Derin dönüyor. Son on üç on dört günümüzü düşünecek olursak son derece sakin ve durağan bir gün bu. Öylesine bir koşuşturmacayla geçen günlerin ardından, böylesine sakin ve hareketsiz geçen bir günün acıktırmayacağını düşünüyor insan ama mümkün mü? Öğlen saati çoktan gelip çattı ve acıktık. İlk gün etrafı gezerken gördüğümüz için havuz başında bir şeyler yemek geliyor aklımıza ve havluları alıp havuz başına yollanıyoruz.
Havuz küçük, hatta galiba arıtması da yok çünkü eksilen suyu tamamlamak için bir hortum atmışlar içine. Suyun rengi de yeşil ama bütün bunlar bizi, hele Derin’i durdurabilir mi? Tabiî ki durduramaz; hemen suya bırakıyoruz kendimizi.
Su epey sıcak ve epey de yeşil olduğu için ben çok kalmak istemiyorum havuzda. Ecnebi talebeler her yandalar ve bir deve güreşi yapmadıkları eksik. Etrafta oturanların üzerine su sıçratıyorlar, hatta biraz da bana geliyor. Bu şartlar altında havuzda daha fazla kalmama imkân yok, hemen çıkıyorum.
Bir süre sonra Tülay hanım da geliyor ve havuzun hemen kenarındaki jakuziyi denemeye karar veriyoruz. Oh mein Got! Yahu, havuz o kadar sıcakken burası nasıl soğuk olabiliyor. Ben soğuk sudan nefret ederim, asla soğuk duş almam. Eh, hava 40 derece civarı olunca yine de girmek istiyorum ama mümkün değil. Benim fiziksel niteliğim ve genetik yapım, babamın savaş durumunda dere kenarındaki buzları kırıp yıkanacağım günlere dair öngörülerine rağmen bu suya girmeme izin vermiyor, ben de jakuzinin kenarında oturup ayaklarımı suya sallandırmakla yetiniyorum. Tülay, oysa ki, son derece niyetli ve dirayetli çıkıyor ve “Gireceğim be suya” diye inat ediyor. Alışa alışa, dakikada on santim kadar batarak, bir on dakika içerisinde tamamen suya girmiş oluyor. Yüzünde haz ve işkence çeken birinin ifadesinin karışımı olan bir ifade var ve onun için üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum.
Belli bir süre sonra o da aklını başına topluyor ve jakuziden çıkıp hemen yandaki havuz bara yerleşiyoruz. Derin efendi havuzda kendine ecnebi arkadaşlar edindi bile ve zamanını kenara yaslanmış bir şekilde, o günlerde “taş” olarak adlandırmaya başlamadığı ablalarla çene çalarak geçiriyor. Birer hamburger ve sıcak günlerin mutlak içeceği halini almış granitlerden sipariş ediyoruz. Elimizde kitaplarımız, önümüzde leziz, masaya Pınar Köfte yazılı kâğıtlar içerisinde gelmemiş hamburgerler ve granit. Graniti buz gibi bir bira takip ediyor, gerçi paramız epeyce azaldı, idareli olmalıyız ama havuz kenarında bir bira tellendiremeyecek kadar idareli olmak da çok akıllıca değil galiba. Hayatın anlamı bu olmalı.
Hayatın anlamı bu mu bilmiyorum, ama fazla huzur da sıkıcı bir şey. Orada bir buçuk iki saat kadar oturduktan sonra biz sıkılıyoruz, Derin de sürekli suda olmak yüzünden buruşmaya başlıyor ve karavanımıza dönmeye karar veriyoruz. Henüz akşamüstü ve Derin yaşı itibarı ile ayak uzatıp oturmaktan bizim hoşlandığımız kadar hoşlanmıyor. Bir şekilde bu adamı oyalamak lazım takdir edersiniz ki. İşte bu aşamada yine imdadımıza Camping Roma yetişiyor (boş yere Roma’ya giderseniz mutlaka Camping Roma demiyorum). Hemen bir bisiklet kiralıyoruz ve genç arkadaşımız kampingin dört yanında dolanmaya başlıyor. Ara sıra yanımıza uğramasını sıkı sıkı tembih edip yanına bir cep telefonu verdikten sonra bugünün gözde hareketini yapıyoruz yeniden: ayaklarını uzat, kana kana arkana yaslan ve kahveni dökmemeye çalış!
Bütün gün sakin ve pek de hareket etmeden geçtiği için anlatabilecek pek bir şey yok tabiî; yine acıktık, işin özeti bu. Saat yedi buçuk, yemek yapmaya üşendik. Ne yiyebiliriz? Pizza! Yeey! Paket pizzalarımızı almak için CR’nın restoranına gidiyoruz. Pizza fırının başında, sonradan isminin Ali olduğunu öğrendiğimiz bir adam var. Sanırım Fas ya da benzer bir yerlerden gelme Ali. Eminim ki hayatınızda bu kadar hızlı ve bu kadar düzenli çalışan birini görmemişsinizdir. Restorandan gelen siparişlerin yanı sıra, aşağı yukarı on kişi civarında bir kitle de paket olarak pizza almayı bekliyor. Ali kardeşim tek başına öyle bir hızla çalışıyor ki kastettiğimi anlamak için Ali’yi görmeniz lazım. Tezgâhı temizliyor, hamurları açıyor, malzemeleri koyuyor, fırını kontrol ediyor, pişen pizzaları çıkarıyor, servise ya da paket kutularına yerleştirip kesiyor, yeni pizzaları fırına sürüyor. Tezgâhı temizliyor, hamurları açıyor, malzemeleri koyuyor, fırını kontrol ediyor, pişen pizzaları çıkarıyor, servise ya da paket kutularına yerleştirip kesiyor, yeni pizzaları fırına sürüyor. Gece yatağa yattığı zaman uyumakta zorlanmıyor olmalı.
Pizzamızı alıp karavan önünde çörekleniyoruz yeniden. Ya aklıma geldi de, masa denen şeyin ne büyük bir lüks olduğunu söylemiş miydim daha önce? Kim icat ettiyse aklına sağlık.
Camping Roma’da bizim pek de alışkın olmadığımız bir uygulama var. Diyelim ki siz de, yan karavanda kalanlar gibi öğrencisiniz ve tek başınıza Avrupa’yı geziyorsunuz. Bizde olsa, karavanda ve yatakta yatmak istediğinizde dört kişinin parasını ödemek zorunda kalırsınız. Oysa CR, dört kişilik karavandaki yatakları dört ayrı kişiye satıyor ve denk geldiğinde bir kız üç erkek ya da üç kız bir erkek kalan bu arkadaşlar, görebildiğim kadarıyla aralarında ciddi bir hır gür çıkmadan yaşıyorlar. Biz iki gündür aynı karavandayız ama yan karavanda kalan kadro sürekli değişiyor. Bir takım talebeler geliyor, kalıyor ve gidiyorlar. Şehirler arası otobüslerde bile kadın erkek yan yana oturamayan bir ırkın evladı olarak şaşkınlıkla izliyoruz, tahmin edersiniz ki. Roma’ya da bu yakışırdı sanırım, bir zamanlar Sezar da dememiş mi, “Geldim, gördüm, kaldım” diye.
Hal böyle olunca bir sürü insanla tanışıyorlar tabiî. Üstelik, inanmazsınız onların da masası var ve bu akşam bir şekilde dört beş kişilik bir grup halinde oturuyorlar. Onların kendi karavanlarının önünde, benim de bizim karavanın önünde oturmamızla geçen belli bir sürenin ardından (bu arada Tülay da içeride yatıp kitap okuyordu) bir şekilde konuşmaya başlıyoruz ve ben onların tarafına transfer oluyorum. Bir Avusturalyalı, bir Danimarkalı, iki İngiliz ve bir de Alman var. Türkiye’den olduğumu öğrendiklerinde ilgi gösteriyorlar çünkü bir tanesi Anzak olayları hakkında bilgi sahibi, İngilizlerden biri de iki sonra yamaç paraşütü için Fethiye’ye gidecek.
Üniversite hayatından ve okulda yaptıklarından bahsediyorlar. Onların ve bizim yaşam tarzlarımız, düşünce yapılarımız, türlü olaylara bakışımız ve belki de boyu herkese göre değişen uygarlık merdiveninin hangi basamağında olduğumuzu biraz daha görüyorum. Asla körü körüne Avrupa’ya hayranlık duyan biri değilimdir, ama Türkler şöyledir böyledir diyenlerden olduğumu da söyleyemeyeceğim ve aranızda hâlâ Avrupa Birliği’ne 25 yıldan önce gireceğimizi düşünen varsa, bence bu hayalleri yeniden değerlendirmesinde yarar var. Neyse, bu blog toplumları yargılamayı, kıyaslamayı ya da aradaki farklılıkları vurgulamayı amaçlayan bir blog değil. Hepimiz kardeşiz, mutlu olalım, yiyelim içelim, eğlenelim blogu bu.
Son cümlede ifade ettiğim cümle doğrultusunda hızla görüyoruz şişelerin dibini. Avustralyalı dostumuzun karavanın yanındaki çiçekliklere kusmaya başlaması ise eğlencenin başka bir yerde sürmesi gerektiğini haber veren bir tür uyarı gibi. Kusma olayının ardından, tuhaf bir biçimde kızlar kalkmaya karar verip yatmaya gidiyorlar. Geri kalanlar olarak biz de, Disko Disko Disko, yeey! diyerek ayaklanıyor ve Bay Danimarka, Bay Avustralya ve Bay Türkiye olarak CR’nın diskosuna yollanıyoruz. Gitmeden önce bakıyorum, Tülay da Derin de uyumuşlar. “Hadi o zaman, akalım geceye” diyorum, boş boş bakıyor gavurlar. Ya hiç çalışmıyor kafa bunlarda. “Come on” diyorum, o zaman akılları başlarına geliyor.
Disko çok fiyakalı bir yer. Gündüz saatlerinde kafe olarak çalışan mekan gecenin belli saatleri arasında disko olarak iş görmeye başlıyor. Üç kişi, sırayla üçer bira alıyoruz. Gece üçe kadar kalıyorum, epey de içiyoruz. Artık gitmem lazım, yarın Collesium’u gezeceğiz ne de olsa. Bay Avustralya ve Bay Danimarka’ya dönüp “Ben gider moruk” diyorum. Of ya… yine anlamadı bunlar. “Bay, o zaman.”


