Artık kesin bir şekilde ortaya çıktı, şöyle doya doya, şöyle kana kana uyumak nasip olmayacak dönene kadar. Yine henüz kargalar birbirlerine sabah-ı şerifleriniz hayrolsun demeden, kampingin güzelim kafesine gidip kendimizi kahvaltının kollarına bırakıyoruz. Daha önce de söylediğim gibi buradan enfes bir Floransa manzarası var ve bugün yeniden yola düşeceğimiz için son bir kez, doya doya izlemeliyiz.
Birilerine rica edip, çok da fazlasına sahip olmadığımız toplu fotoğraflardan birini çektiriyoruz. Bugünkü planımız Siena’ya gidip şehri gezdikten sonra Roma’ya devam etmek. Ama ben Floransa’da, daha doğrusu Toskana’da hayal kırıklığı yaşamış olduğum için ana yollardan biraz uzaklaşmayı ve Toskana’yı biraz daha değişik bir yoldan geçmeyi istiyorum. Bu düşünce doğrultusunda hangi yolu kullanabiliriz diye elimizdeki kitaba bakarken dikkatimizi San Gimignano çekiyor. Kitabın yazdığına göre burası Ortaçağ’dan bu yana sahip olduğu kulelerle ünlü bir kasaba. Hmm, değişik bir tecrübe olabilir diye düşünerek, rotamızı San Gimignano’dan geçirmeye karar veriyoruz. Yola çıkmadan önce yaptığım onca araştırmaya ve okuduğum çeşitli yazılara rağmen geleceğimiz yavaş yavaş ve kendi akışı doğrultusunda şekilleniyor ve ben de bu durumdan epeyce memnunum.
Kahvaltının ardından toparlanmak için bungalowumuza doğru yöneldiğimizde, Tülay’ın dikkatini kaldığımız şirketin diğer kampinglerine ait broşürleri çekiyor. Daha önce de ismini sıkça duyduğum Camping Roma’nın da broşürü var bunların arasında ve belki ihtiyacımız olabilir düşüncesiyle bir sürü broşürü alıp çantamıza koyuyoruz.
Floransa, güzel Floransa… seni görmek ister her bahtı kara şarkıları mırıldanarak eşyalarımızı toparlıyoruz. Rastlantı eseri karşılaştığımız Türk komşularımız da aynı gün, ama daha erken bir saatte Roma’ya doğru yola çıktılar. Biz her zamanki gibi erken kalkan erken yol alır prensibi doğrultusunda, saat 11 gibi yeniden yola düşüyoruz.
Floransa’nın çıkışında bir yol tamirat çalışması var ve üç şeritli yol tek şeride düştüğü için trafik epeyce karışmış. Karşıdan gelenler için olan şerit bomboş ve bu Avrupalılarda hiç kafa çalışmıyor, herkes kendi yolunda ilerliyor; ne kimse sıkıştırıyor beni, ne de kimse karşı şeritten gazlayıp herkesin önüne dalıyor. Aptal bunlar. Yolun tek şeride düştüğü yere gelince, bir sağdan bir soldan, makas sistemiyle teker teker geçiyoruz ve çok sıcak bir gün olmasına rağmen yolculuğumuza eşlik eden kornalar ve saçma sapan insanlar olmadığı için sinirlerimiz sağlam bir şekilde, canımız sıkılmadan devam edebiliyoruz.
Floransa’dan çıkar çıkmaz, taşra yollarına girmek planımızı uygulamaya koyup ana yoldan ayrılıyoruz. Elimizde harita var tabi ki ve bütün bir günü Toskana’da kaybolmuş halde geçirmek istemediğimiz için, bizi San Gimignano’ya çıkartacak bir rota saptıyoruz. Ama tabi ki her şey haritada göründüğü kadar kolay ve sorunsuz değil. Bir süre sonra kaybolur gibi oluyoruz. Turist kalabalığından ve ana yoldan uzaklaşmış olduğumuz için trafik çok sakin. Bir kavşakta duruyorum ve bütün dikkatimizi elimizdeki haritaya yoğunlaştırıyoruz. En azından 3-4 dakika geçtikten sonra, aynada bir araba çarpıyor gözüme. Adamın biri arkamızda bekliyor. Ya kardeşim, bassana kornana acı acı. Yok, öylece bekliyor. Tuhaf insanlar bunlar.
Adamın yolunu açmak için acele içinde ve pek de nereye gittiğimize bakmadan sola dönüveriyorum ve tamamen kaybolmuş oluyoruz. Nereye gideceğimizi biliyoruz, ama gitmek mümkün değil.
Sanki aynı yolda dönüp dönüp durur gibi bir halimiz var. Sanki her on dakikada bir aynı tabelayı görüyor gibiyiz. Bakıyorum olmayacak, en sonunda birilerine sormaya karar veriyorum ve yol kenarında gördüğümüz bir iki kadının yanına yanaşıyorum. Onlar İngilizce bilmiyor, biz de İtalyanca. Ama nasıl sıcak, nasıl yardımseverler… Haritayı falan göstererek meramımızı anlatıyoruz en sonunda, onlar da tuhaf, karışık bir lisan kullanarak gitmemiz gereken yolu tarif ediyorlar bize. Böyle bir yardım bulmak nasıl değerli bir şey, anlatmama imkan yok. Bundan böyle nerde bir turiz görsem hemen gideceğim yanına, yardım lazım mı diye… siz de öyle yapın çünkü bunun değerini anlamak için bu durumu yaşamak lazımmış.
Neyse, bir şekilde yolu buluyor ve istediğimiz yönde ilerlemeye koyuluyoruz. Sık sık değindiğim, hayalini kurduğum Toskana burada da yok. Sanırım bu mevsimle ilgili bir şey. Gördüğümüz güzelim Toskana manzaraları hep çiçeklerle dolu, oysa bu mevsimde tarlalar genellikle yeşil olmasına rağmen, her zaman fotoğraflarda gördüğümüz manzaralarla karşılaştığımızı söylemek güç; bir iki ayçiçeği görmek bizi mutlu ediyor ama çok da tadı olmadığını söyleyebilirim. Yine de yolumuz üzerinde epeyce eski yapıla görüyor, birbirimize gösteriyoruz, mutlu mutlu.
SAN GİMİGNANO
En sonunda San Gimignano’ya varıyoruz ama sanki ipini koparan buraya gelmiş gibi. San Gimignano bir tepenin üzerinde yer alıyor. Şehrin giriş kapısı hizasından geçerken bir anlığına görebiliyorum ve hakikaten de Ortaçağ havasını barındıran, gizemli, insanın ilgisini uyandıran bir görüntüsü var ama otopark yok! Şehrin etrafında yol bir halka çiziyor ve tam bir tur atabiliyorsunuz. Yanılmıyorsam 4 ya da 5 otopark vardı ve hepsinin kapısında da dolu oldukları yazıyordu ve polis memurları gelen arabaları geri çevirmekle meşguldüler. Yol kenarında da bir yer bulamayınca, “San Gimignano’muz da eksik kalsın, durmak yok, yola devam!” diyerek, arabadan bile inmeden Siena’ya yönelmeye karar veriyoruz. İlla ki göreceğim San Gimignano’yu diyorsanız, planlamanızı hafta içi gidecek şekilde yapın, aksi takdirde bizim gibi arabayla etrafını tavaf edip yolunuza devam etmek zorunda kalabilirsiniz (gerçi biz de pazartesi günü oradaydık ama bu bir işe yaramadı).
SİENA
Öğleden sonra 2 gibi Siena’dayız. Siena, bir vadini içinde ve yol hizasından aşağıda kalan bir yer. Şehrin etrafında paralı otoparklar var.
Otopark demek çok da doğru değil aslında; bizim şehirlerimizde arabalarımızı bıraktığımız türden pek çok yerde, özellikle şehrin girişlerine yakın yerlerdeki yol kenarlarına park şeritleri çizilmiş ve bilet satmak için makineler konulmuş. Yani bizim değnekçilerin işini burada makineler yapıyorlar ve para da Siena şehrine gidiyor.
Aslında şehrin bir noktasına kadar arabayla girmek de mümkünmüş ama sadece Siena’da oturanların arabalarını şehre sokmalarına izin veriliyormuş. Zaten sokaklar öyle dar ki, araba tam bir eziyet olur, otoparka bırakıp yürüyerek gitmek en iyisi. Şehir tam bir yaya cenneti, özellikle de turistik mekanlarda ve gündüz saatlerinde araba neredeyse hiç yok gibi. Makineden bilet alıp, camınıza yerleştiriyoruz. Uygun bir otoparka kızımızı bırakıyor, laptop ve değerli eşyaları güvenli olduğunu düşündüğümüz yerlere gizliyor ve Siena’ya doğru yola koyuluyoruz.
Siena’nın hemen girişinde bir at heykeli ve hemen arkasında da San Domenico kilisesi var. Bu kilisenin inşasına 1226 yılında başlanılmış ve 14ncü yüzyılda da genişletilmiş. İtalya’nın en kutsal mekanlarından bir tanesi çünkü Siena için çok büyük önemi bulunan Azize Catherine’den kalan emanetlerin yanı sıra Catherine’nin mumyalanmış kafasına ve başparmağına da ev sahipliği yapıyor. Tülay baş örtüsü probleminden ve artık kilise görmekten bıktığı için dışarıda bizi beklerken Derin ve ben içeri girip Catherine’nin kafasına bakıyoruz.
Catherine’nin kafasına bakarken, Tess Gerritsen’in yazdığı ve benim de çevirisini yaptığım Mefisto Kulübü isimli kitapta yazanlar var aklımda:
Kilise neredeyse boştu; devasa alanda dolanan sadece birkaç turist vardı ve sesleri mukaddes bir şekilde kesilmişti. Kadın güneşin vitraylı camların arasından mücevherli ışık kırıntıları halinde parladığı Gotik kemere doğru yürüdü, iki duvarda sıralanmış Siena soylularının kabirlerinin yanından geçti. Bir Şapel nişine dönen kadın, varaklı mermer mihrabın önünde durdu ve Siena Azizesi Katherina’nın korunan kafasını barındıran mahfazaya baktı. Kadının ölümlü vücudundan kalanlar parçalara ayrılmış ve kutsal emanetler olarak dağıtılmıştı, vücudu Roma’da, ayakları Venedik’teydi. Kaderinin böyle olacağını biliyor muydu acaba? Kafasının çürüyen bedeninden ayrılacağını, mumyalanmış yüzünün sayısız terli turiste ve gevezelik edip duran okul çocuklarına teşhir edileceğini?
Tüm kutsal mekanlar gibi burası da büyük bir huzur barındırıyor içerisinde. Fotoğraf ya da video kesinlikle yasak ve bir görevli, dikkatli bakışlarla turistleri kesiyor, elini makinesine götüren olursa da hemen uyarıda bulunuyor. Ama ben Türk’üm! Yassah hemşerim dinler miyim? Adamın kime ve ne tarafa kızdığına dikkat ederek bir iki kare çekiyorum ama Catherine’nin kafasının yer aldığı taraf çok karanlık ve doğru dürüst fotoğraf çekmek mümkün değil. Onca yıllık bir kafa görmek ilginç bir deneyim ve bir parça da tuhaf hissettiriyor. Fotoğrafını çekemediğim için söylene söylene çıkıyorum.
Yokuş aşağı ağır aksak bir tempo tutturarak Siena’ya doğru inmeye koyuluyoruz. Binalar, sokaklar, etraftaki manzara gerçekten de çok etkileyici. Yolun üzerinde gördüğümüz bir manav/kasap dükkanı ilgimizi çekiyor. Öğlen saatleri, hava cehennem gibi. İnanması zor olabilir ama o manav/kasapta 20 dakika falan geçiriyoruz, her şey öylesine otantik, öylesine Toskana ki.
Manav/kasap tavafımız bittikten sonra şehrin merkezine doğru yeniden yola koyuluyoruz. Yokuş aşağı inişin düzeldiği noktada yol bir T halini alıyor ve bizim her zaman olduğu gibi ne tarafa gitmemiz gerektiği hakkında bir fikrimiz yok. Sağ tarafa dönüyoruz, ya Allah diyerekten.
Floransa’da afişlerini gördüğümüz işkence müzesini gezmek istiyorum ben. Biraz dolandıktan sonra, müzenin bulunduğu dar sokak çıkıyor karşımıza. Sokağa sapıp müzenin kapısına gidiyoruz ama durduk yerde kişi başı 6€ vermek gibi bir istek yok içimde. Girsek mi girmesek mi diye karar vermeye çalışırken içerideki kızlar İtalyanca bir şeyler söylüyorlar, ben de fiyatının ne kadar olduğunu öğrenmek için içeri giriyorum. Her yerde pazarlık yapmış olduğum anlamı çıkmasın ama, müzede de pazarlık yapmadım diyemem. Neyse zaten kızlar da bana asılmaktalar, öyleydi böyleydi, ha ha hi hi, diyerek bir sürü şamata yapıyorum ve bizden iki kişi parası almayı kabul ediyorlar ve biz de 12€ ödeyerek giriyoruz. Neyse ki ikisi de sevgili eşim kadar güzel değiller.
Müze biraz uyduruk aslında, yine de Derin’e biraz fazla geliyor. İçeride türlü işkence aleti var ve bunların bir kısmı da gerçek aletler. İlgimizi en çok çeken, kölelerin ayaklarına bağladıkları ve eğer performansından memnun kalmazlarsa mengenelerinden sıktıkları bir ayakkabı. Hatta bu ayakkabıyı bir de ısıtıyorlarmış ve kölelerin ayağına dağlanıyor, zamanla ayakla bütünleşiyormuş. Epeyce rahatsız edici olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca müzenin bulunduğu mekan da gerçek bir zindanmış. Ama bunlar dışındakiler genellikle birer maketten ibaret ve her ne kadar asıllarına sadık kalınarak yapılmış olsalar da biraz uyduruk olduklarını itiraf etmeye mecburum. Hele bodrum katta kan dolu küvet içerisinde bir kadın maketi ve bir de kurtadam vardı ki, beni epeyce güldürdüler. Neyse ki bu kısımları Derin’e göstermemeyi akıl etmiştik.
Ama bu tecrübenin bize, daha doğrusu Derin’e katmış olduğu başka bir şey oldu. Özellikle Floransa’dayken, Derin’e ortaçağ karanlığı ve Rönesans’la birlikte gelen aydınlık ve özgürlükten bahsetmiştik bol bol. Ama sonuç olarak sadece biz bir şeyler anlatıyor, ya da kitaptan metinler okuyorduk. Oysa, Siena’daki işkence müzesinde, bunlara kendi gözüyle tanık oldu. Ortaçağ karanlığı, cismen karşımızda duruyordu ve Derin bir parça sarsılarak da olsa Ortaçağ ve Rönesans’ın ne demek olduğunu biraz daha iyi kavramış oldu. Dışarı çıktığımızda epey bir korkmuş gibiydi ve ben, Türkiye’ye döndüğümüzde ve bunları kayınvalideme ve Derin efendinin dedesine anlattığımızda bize ne söyleyeceklerini düşünmekle meşguldüm.
İşkence müzesinin ardından yönümüzü Siena’nın en meşhur meydanı Piazza del Campo’ya çeviriyoruz. Burası kocaman bir meydan, meydanın etrafında bir sürü şık, güzel kafe ve restoran var ve etraftaki insanlarda bir Verona havası seziliyor. Artık yavaş yavaş akşamüstü saatleri yaklaşmakta ve 1342 yılında tamamlanan belediye sarayı Palazzo Pubblico’nun gölgesi meydanı ele geçirmek üzere. Meydanda bir sürü insan yerlere oturmuş, birileri top oynuyor, birileri havada süzülen frizbee’yi yakalama telaşında. Öyle hoş bir atmosfer hakim ki anlatamam.
Bu meydan, Toskana’nın en ünlü festivallerinden biri olan Palio ve at yarışlarına ev sahipliği yapan meydan. Zamanında şehir yönetiminde söz sahibi olan 8 aile varmış ve meydan, bu ailelerin her birine bir parça ayrılacak şekilde sekiz dilime bölünmüş. 2 Temmuz ve 16 Ağustos’ta düzenlenen festival aslında çok yakın; Siena’lı gençler sokaklara o ünlü bayrakları yerleştirmekle meşguller.
O ana kadar şahit olduğumuz Siena, bugün yola devam etmeye dair planlarımızı değiştirmemize neden oluyor ve geceyi Siena’da geçirmeye karar veriyoruz. Herhangi bir rezervasyonumuz yok, nerede kalabileceğimizi de bilmiyoruz. Gözüme bir Tourist Information bürosu çarpınca, içeri girip sormaya karar veriyorum. Görevli son derece güler yüzlü. Bize, oda olur mu diye soruyor, olur diyoruz ve bir telefon edip İtalyanca konuşmaya koyuluyor. Tabi ki biz herhangi bir şey anlamıyoruz çünkü İtalyancamız henüz, “Uno gelato porfavor,” düzeyinde. Neyse, adam bize oda ücretinin 70€ olduğunu ve 10€’sunu kendisine, 60€’sunu da kalacağımız yere vereceğimizi söyleyip elimize bir kağıt parçası tutuşturuyor. Ben otel gibi bir yere gideceğimizi düşünüyorum, ama mevzu öyle değil. Çıkmadan önce, şehrin dışındaki arabamızın güvende olup olmayacağını soruyoruz ve gülüp geçiyor, “Burası Siena,” diyor bize, “burada olmaz öyle şeyler. Ama güney İtalya’da dikkat edin!”
Kalacağımız adresi satın aldığımız bir haritaya bakarak bulmaya çalışıyoruz. Gittiğimiz yön şehrin tam diğer tarafı ve hava da hala sıcak. Derin biraz soklanıyor, hemen gelatoyu eline tutuşturup sesini kesmesini sağlıyoruz. Piazza del Campo’nun etrafından kavisli bir şekilde ilerleyen Via Banchi di Sotto’dan yaptığımız 15-20 dakikalık bir yürüyüş bizi o akşam kalacağımız adrese getiriveriyor; tabi ki yazarken kolay, sadece epey bir dönüp dolandığımızı söylesem yeterli olur umarım. Ama… ama, bu otel falan değil, hatta bir pansiyon olduğunu bile gösteren herhangi bir işaret yok kapıda. Standart bir Siena binası. Üç katlı, tuğla duvarlı, pencerelerinde panjurlar olan bir bina.
Kapıda dört zil var, biz elimizdeki adrese bakarak 3 numaralı zili çalıyoruz, kapı vızıldayarak açılıyor. Mermer basamaklar, Beyoğlu’nda girdiğiniz, pek de güven uyandırmayan binalara benzer bir bina burası. Bir süre kararsızlık yaşadıktan sonra merdivenlerden yukarı çıkmaya koyuluyoruz. İkinci katta kapının üzerinde bir Visa amblemi görünce doğru yerde olduğumuzu anlayıp zile basıyoruz. Açılmıyor. Ancak bu arada sürekli İtalyanca konuşan bir de kadın sesi var. Kadın en sonunda bizim bulunduğumuz kata iniyor. Karşımızda tam bir film karakteri var. 60’lı yaşlarda, şişman, boynunda gümüş bir haç, topuz yapılmış beyaz saçlar. Herhangi bir filmdeki İtalyan kadın tiplemesini canlandırın gözünüzde, işte o kadın karşımızda ve bizim anlayıp anlamamıza, ya da herhangi bir yanıt verip vermememize aldırmadan bir şeyler anlatıp duruyor. Arada bir iki kelime çıkartıyor buna göre hareket ediyoruz; mesela ‘pasaport’ kelimesini duyunca, bizim pasaportları istediğini anlıyoruz. “Uno bellisima familia” ne güzel ailesiniz siz demek ve memnun bir şekilde sırıtmamıza neden oluyor. Nereli olduğumuzu soruyor, Amerikalı olduğumuzu sanmış ama Turçia diyoruz, şaşırıyor.
Neyse, bin bir zorlukla kadının elindeki kiralama formlarını doldurmayı başarıyoruz, öyle kolay bir şey sanmayın, pasaport veriliş tarihi falan girmek gerekli ve tek kelime İngilizce konuşmak mümkün değil. Bu arada, klasik İtalyanların bulunduğu filmlerden çıkma bir karakter daha geliyor yanımıza, hanımefendinin serseri oğlu. Briyantinli, tepede epeyce kelleşmiş saçlar, 35 yaşlarında, deri bir ceket giymiş, tam bir İtalyan zırtapoz! Hiç gözüm tutmuyor ve aralarında şiddetli bir atışmaya tutuluyorlar. Bağırış çağırışlar kadının epey yüksek bir perdeden haykırışı ile son buluyor ve oğlan çıkıp gidiyor. Vay be, gerçekten de bir filmde gibiyiz.
Odamıza gidiyoruz… işte bunu beklemiyorduk. Öyle hoş bir oda ki, hem Tülay, hem ben, hem de Derin çok mutlu oluyoruz. Üstelik sadece bize ait bir de tuvaletimiz var. Bir ev, oda oda kiralanıyor, bir ana kapıdan giriliyor, koridorda başka kapılar var ve başkalarının konuşmalarını duyuyoruz ama çok rahat edecek gibiyiz.
Yalnız ufak bir sorun var, bu gece kalmak gibi bir planımız olmadığı için her şeyi arabada bıraktık. Şehrin de tam öbür ucundayız. Aslında sonradan öğrendiğim kadarıyla arabayı da getirebilirdik ama Siena’lılardan başkalarının girmesine izin verilmiyormuş. Eh, bu durumda tek çözüm var, bir gönüllü gidip eşyaları ve tabi ki laptopu getirecek. Bir süre bekliyorum, Tülay, “Ben giderim, sen bir duş yap, Derin de TV seyreder o arada,” desin diye ama hiç de öyle bir ruh hali içerisinde gibi değil. Yapacak bir şey yok, tabana kuvvet diyerek düşüyorum yola.
Arabaya vardığımda yeni bir bilet almam gerektiğini fark ediyorum aksi takdirde ceza yiyeceğiz. Ancak şöyle bir güzellik var, akşam 7 ile sabah 8 arası park ücretsiz. E, ne yani, bu durumda sabah sekize on kala buraya mı gelmem gerekecek? Gavur bunun da çözümünü bulmuş, mesela akşam saat 6’da 2 saatlik bilet alırsanız, biletin üzerinde yazan geçerlilik süresi sabah 9’a kadar çıkıyor. Hemen biletimi alıyor ve ön camın görünen bir yerine koyuyor, tarafıma tebliğ edilen talimatlar doğrultusunda gereken eşyaları bir çantaya dolduruyor, sonra da laptopu da yüklenip kızıma veda ediyorum.
Dönüş yolu, yokuş aşağı olmasına rağmen epey zorlu ve ayaklarıma kara sular iniyor. Hani bir yerlerimden ter aktı derler ya, aynen o hesap. O kadar terlemenin üzerine bir de duş yapmak zorunda bırakılmıyor muyum dönünce! Yakındığıma bakmayın, duş epey iyi geliyor ve kendimi hemen toparlıyorum.
Akşam yemeği hayalleri ile hava yavaş yavaş kararmaya başlarken odamızdan ayrılıyoruz. Epey işlek bir yerden dilim pizza alıyoruz, enfes. Piazza del Campo’ya gidiyoruz gene, etraftaki restoranlarda çalan müzikler, Verona’dakileri hatırlatan insanlar, Siena’yı sevmemek mümkün değil.
Yol üzerindeki dükkanları geze geze dolanmaya başlıyoruz. Bir iki dükkana girdikten sonra Ankara’daki sevdiklerimize götürmek için bir iki şişe şarap alıyor ve sırtımdaki çantaya yerleştiriyoruz. Dükkanlardan birinden çıktığımızda, yakınlarda bir yerlerden gelen bir caz melodisi çalınıyor kulağımıza. Sesi takip ederek merdivenlerden çıktığımızda, kendimizi Siena Duomo’sunun arka tarafında buluveriyoruz. Duomo’nun sol tarafında, Piazza del Campo’ya bakan tarafta kocaman bir sahne kurulmuş. Birileri şarkı söylüyor, 5-10 kişi de Duomo’nun merdivenlerine kurulmuş dinlemekle meşgul.
Sonradan bunun sadece sound check olduğunu anlıyoruz çünkü her geçen dakika etraf giderek kalabalıklaşıyor. 2 saat kadar, hiçbir şey yapmadan Duomo’nun basamaklarında, soğuk mermerlerde oturuyoruz. Öylesine huzurluyuz ki, anlatamam. İyi ki çıktık bu yola, iyi ki buradayız şimdi.
Hatırladığım kadarıyla saat 10 gibi konser başlıyor. Tuhaf bir şey bu, aylardan Temmuz, gece olmuş, gökte ay parlıyor, 1100’lü yıllarda inşa edilmiş bir katedralin merdivenlerinde oturmuşum ve karşımdaki sahnede Siena Jazz Festivali çerçevesinde verilen bir konser sürüp gidiyor. Tuhaf.
Sanırım bir saat kadar daha kaldık orada. En sonunda, bütün günün yorgunluğu karşısında Derin uykuya yenik düştü ve merdivenlerin üzerinde kendinden geçti. Dile kolay, Floransa’dan dolana dolana buraya geldik, Siena’da saatlerce yürüdük, üzerine bir caz konseri izlemeye başladık. İşkence müzesinin vediği psikolojik yorgunluk da cabası. El insaf yahu, bu genç adam daha 10 yaşında!
Derin’i zar zor da olsa uyandırıp, yalpalaya yalpalaya odamıza doğru yürümeye başlıyor ve gece 1 gibi odamıza geliyoruz. Tuhaf bir şeyler var, bütün eşyalarımızın yerleri değişmiş. Epey bir tedirgin oluyorum aslında ama her şeyin yerinde olduğunu görmek rahatlamamı sağlıyor. Kim, neden böyle bir şey yaptı, bilmiyorum. O an için tek yapabileceğim kapıyı sıkı sıkı, iki kez kilitlemek.
Derin hemen uykuya dalıyor. İşkence müzesi onu iyice korkutmuş olmalı ki gecenin bir yarısı yataktan düşüyor 🙂 Bir süre sonra Tülay da uyuyor ve ben de günü en sevdiğim bu saatlerinde, kaç yıllık olduğunu kestiremediğim bu Siena apartmanının penceresinden sokağı izleyip, bir cigara tüttürüyorum.
Otellerine dönen turist kalabalıklarının gürültülü bir şekilde altımdaki sokaktan geçişini izlerken hakikaten de mutlu hissediyorum kendimi. Tuhaf bir şehir burası; hiç şüphe yok ki şimdiye kadar gezdiğimiz yerlerin en güzellerinden. Bir yandan buram buram ortaçağ kokuyor, bir yandan da son derece modern ve gürültülü. Sokağa şöyle bir bakmak, izlediğim ikinci dünya savaşı dönemi filmlerini hatırlamama neden oluyor. Bir ileri bir geri gezip dururken tarihin tozlu yollarında, sanırım benim zihnim artık yeter demek üzere.
Zor ve yorucu bir günün ardından, rahatça dalıveriyorum uykuya.