Epey bir zamandır var aslında kafamda böyle bir yazı yazmak. Planladığım şey 8 Mart sabahında yayınlamaktı ama ufak tefek bazı aksaklıklar yüzünden yazmaya ancak 8 Mart akşamı başlayabildim. Eh, hafta sonlarında sosyal medyanın durgun oluşunu da eklesek sanırım siz en erken 10 Mart’ta falan okuyor olacaksınız çünkü şimdiden 9 Mart oldu bile.
Konu sakat: Kadın; kadınlar… Bunca yıldır nice filozofun, nice düşünürün, nice aydının anlayamadığı –ya da belki de anladığını sanıp saçma sapan şeyler yazdığı– bir varlığı anladığımı, hatta anlamakla kalmayıp anlatmaya kalktığımı düşünmek, bir de bunu uygulamaya koymayı denemek tedirgin ediyor beni. Bir dakika… benim böyle bir hedefim var mı gerçekten de: Yok! Asla. Ne haddime! Bu yazıyı yazarken düzgün bir yapıyla ve mantık içerisinde ilerlemeyi ya da belli bir konuya yoğunlaşıp “derin” düşünceler iletmeyi falan amaçlamıyorum. Tek amacım var, siteme biraz daha trafik çekmek. Tek amacım var; kadınlar söz konusu olduğunda ve özel bir plan doğrultusunda ilerlemiyorken aklıma gelen ne varsa yazıya dökmek.
Kadınlar hakkında yazı yazmanın riskleri var tabii ki: Çevremdeki kadınlar. Kadın ilginç bir varlık ve aklı da kesinlikle biz erkeklerinkinden farklı çalışıyor. İşte aradaki bu fark da kolayca mağdur olmama yol açabilir. Özetle dikkatli olmalıyım. Ayrıca etrafımdaki kadınların büyük kısmı nedense kafama vurmayı tercih ediyorlar ve beyin hücrelerimi kendi başıma kaybedebileceğimden daha hızlı bir şekilde kaybetme riski ile de karşı karşıyayım.
Eh, bütün bu risklere rağmen neden yazıyorum ki? Yazıyorum, çünkü sonlara doğru yazacaklarım yüzünden kendimi hâlâ tuhaf ve bir miktar da kötü hissediyorum. Ortaokul seviyesindeki kompozisyonlarımdan birini daha kaleme alıp elime yüzüme bulaştırabilir ve saçma sapan bir şeyler yazabilir, okuyanların büyük kısmının beni aşağılamasını mümkün ve haklı kılan bir durumda kalabilirim belki de. Olsun. Hiç dert değil. Ben yazmak istiyorum ya önemli olan o…
Kadın denen varlık güzel bir kere. Belki abarttığımı düşünebilirsiniz ama klasik anlamda “güzel” olsa da olmasa da, fiziksel nitelikler bakımından standartların altında kalsa da kalmasa da, koca bir göbee olsa da olmasa da, hatta gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıkları ilk bakışta dikkatinizi çekse de çekmese de kadın güzel bir varlık. Belki de biraz fazla analiz ediyor olmalarından, kadınlar bir türlü kavrayamıyorlar bu durumu. Bir erkek için, daha doğrusu benim için, karşımdaki kadının fiziksel özellikleri fazla bir önem arz etmiyor (çok da iddialı olmamak lazım ama değil mi). Önemli olan şey o kadının benim nasıl hissetmemi sağladığı ve söylediklerime asla inanmıyor olsanız da bunların ancak belli bir kısmı yalan olarak kabul edilebilir. Estetik kavramının ardında özel bir yeri var kadının; bizler kıllı, eciş bücüş varlıklarız sizinle karşılaştırıldığımızda. Ama bir de aynaya bu kadar bakmasanız…
Siz kadınlar dışarıdan nasıl göründüğünüze fazla takılıyorsunuz ne yazık ki. Biliyorum, sorun sizi gören erkekler ya da onların sizi nasıl gördüğü ya da beğenip beğenmediği değil. Sorun sizin sizi nasıl gördüğünüz ama gerçekten de bu kadar özene gerek yok… gerçekten de güzelsiniz (hepiniz) ve ne yaparsanız yapın çok güzel görünüyorsunuz (ama bunun küçük de olsa bir kısmının karşınızdakinin yüreğini bir parça ısıtabildiğiniz olduğunu da eklemeliyim).
Çok ince bir çizgi üzerinde dolandığımın farkındayım. Bir yandan hemcinslerim tarafından yalakalıkla suçlanma riskiyle karşı karşıyayım, bir yandan da karşı cinsin, “Nasıl da sığmışsın, insan bir parça derinlik bulundurur bünyesinde, biraz duyarlı olur, biraz empati gösterir,” serzenişlerinin hedefinde olabilirim. Varsın olsun…
Bu kadar anlaşılmaz olmaya mecbur musunuz? Bazen insan kendini çok kötü hissediyor, yahu ben bu kadar aptal olabilir miyim diye. Ve işin ilginç tarafı, gördüğüm kadarıyla bu bütün kadınlar için söz konusu. Öyle ya da böyle, son derece farklı biçimlerde iş gören beyinlere sahip olduğumuz bir gerçek. Bu iki beynin ortak bir noktada buluşması mümkün ve bu buluşmanın harcı da sevgi sanıyorum. Yani a=mc2 (bu da ne demeyin, açıklaması burada! Çok güzel kitap tavsiye ederim).
Biz erkekler karşınızda çok zayıfız. Tabii ki kendi çevremin bu ülkenin gerçeğini göstermediğinin ben de farkındayım ama akıllı bir kadının herhangi bir erkeği parmağının ucunda oynatmasının gerçekten de çok kolay olduğunu düşünüyorum. Kızlarınız, yeğenleriniz olmuştur mutlaka ya da küçük bir kız çocuğu ile aynı yerde bulunmuşsunuzdur. İki üç yaşında bir kızın bile çevresini büyük bir ustalıkla idare edebilmesi fazlasıyla şaşırtıcı. Erkekler ağızların kenarlarından salyalar akıta akıta etrafta dolanıp dururken, kız çocukları çevrelerindeki her şeyi kontrol altında tutuyor ya da en azından bunun için çaba gösteriyorlar. Peki ama o yaştan ortada olan böyle bir yetenek varsa nasıl oluyor da zaman içerisinde bazı kızlar bu yeteneklerini kaybedip erkeklere boyun eğebiliyorlar? Belki fazla iddialı olacak ama bence bu noktada yine kadınlar var ön planda. Ben bu değişimin büyük oranda ailede gerçekleştiğine inanıyor, anaerkil aile yapımıza karşın kızların ailedeki kadınlar tarafından –istenmeden de olsa– törpülendiğini düşünüyorum.
Kadınların elinde çok büyük silahlar var aslında. Bir şeyi istemeyen ya da isteyen kadın, yakın çevresindeki erkeğin hayatında büyük değişiklikler yaratabiliyor ve bu da kadını çok güçlü kılıyor. Belki de biz erkeklerin güçlü kadınlardan korkup, çevremizdeki kadınların zayıf ve bize bağımlı olmalarını bu yüzden istiyoruz. Ama hâl böyleyken kadınların da bu düzene ayak uydurmaları tuhaf. Anneler, size büyük görev düşüyor: Kızlarınızı yetiştirirken bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen, isteklerini ifade edebilen bireyler olarak büyümelerini sağlamanız lazım bence.
729 kelimeyi geride bıraktıktan sonra konunun özüne ve bu yazıyı okumanıza neden olan olaya geleyim.
Bundan tam bir yıl öncesiydi. Yine bir Dünya Kadınlar Günü ve şirkette herkese karanfil alınmış, özenle dağıtılmış. Etraftaki kadınların büyük kısmı mutlu, sadece ufak bir kısmı çemkiriyor ve bu da biz sersem erkeklerin yüzünde belli belirsiz bir gülümseme dolaşması için yeter de artar bir neden. Oysa ben, bir karanfil alamamış olmaktan dolayı kıskançlık içerisindeyim ve Zeynep Hanım’ın odasında yakaladığım Gazi Bey ve Zeynep Hanım’a sataşıyorum.
Yalan söylemiş olmayayım ama ne diyerek takıldığımı hatırlamıyorum şu an… Tek anımsadığım, ikisine sataşırken ettiğim laflardan, Dünya Kadınlar Günü’nün aslında Dünya “Emekçi” Kadınlar Günü olduğunu bilmediğimin ortaya çıkışı ve sonrasında gelen o felaket utanç duygusu. Aman Tanrım… ben nasıl bilmiyor olabilirim bunu? Nasıl olur da bunun tüm kadınlara ithaf edilmiş bir gün olduğunu düşünmüş olabilirim [en azından bir zamanlar değilmiş; çünkü şu an öyle]? Kapitalizm denen canavar bu kadar mı girdi ki cüzdanlarımıza da her şeyin içi böylesine boşaldı ve bizler de her şeyi bir hediye alma ya da tebrik etme bahanesi (zorunluluğu) olarak görmeye başladık?
Öyle ya da böyle, olayın geçmişini bilmeden cart curt ettiğim için çok utanmıştım. Benim çevremizdeki kadınlara parfüm ya da çiçek alalım, para harcayalım günü olarak gördüğüm bu günün ta 1850’lere dayanan bir geçmişi olduğunu ve bu geçmişin de türlü acılarla bezeli olduğunu öğrenmek bütün bu maskaralığa bakışımı değiştirebilirdi aslında. Ama işte erkeğiz ya… anca belli bir miktar empati kurabiliyor, belli bir miktar anlayabiliyoruz çevremizdeki dünyayı. Eh, o koca koca para çarkları da çok acımasız ve önüne gelen ne varsa ezip geçiyor ne yazık ki. Keşke farklı olabilseydi de dom dom kurşunu ile göbek atmıyor olsaydık (gerçi bunu yaptığım olmadı henüz ama bu anlamda hiçbirimiz tam anlamıyla temiz değiliz).
Özetle, 1857 yılında bile sistemin çarklarına karşı koyabilen güçlü kadınlar varken, nasıl oldu da kadınlar hâlâ bu sistemi temelinden sarsmadılar? Bırakın böyle bir değişikliğin temelinde yer almayı, nasıl oldu da sistemin dayattığı elbiseyi geçiriverdiler üzerlerine? Yukarıda saydığım türden güçlere sahip olan bu güzel, akıllı, düşünceli ve her şeyi derinlemesine analiz etmeyi bir hayat biçimi hâline getiren bu varlıklar nasıl oldu da yenik düştüler sisteme? İşte bunu düşünmek lazım bence 8 Mart’larda.
Bundan sonra bir fark yaratmak mümkün olabilir mi? Hayır… hiç sanmıyorum ne yazık ki.
Yine çok gevezelik edip çok uzun yazdım. Sanırım sözü doğru dürüst yazabilenlere bırakmanın zamanı geldi de çoktan geçiyor:
Toprak öyle bitip tükenmez, dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.
Nazım Hikmet Ran
Bana ilham kaynağı olup yaşama sevincimi körükleyen tüm kadınlara…
(çok havalı olmadı mı ya… )