Türk gümrüğünden saat yediyi on geçe gibi çıktık ve Bulgar kapısına doğru yollandık. Nedendir bilinmez, etrafa bir mezbelelik hâkim. Hava sıcaklığı 18 derece ama bizim heyecanımızdan kaynaklanan iç ısımız termometreleri darma duman edebilecek kadar yüksek. Ama yapacak bir şey yok; önümüzdeki arabaların peşine takılıyor, sıradaki yerimizi alıyoruz.
Önümüzde üç dört arabalık bir kuyruk var. CD işaretli, boş bir kapıdaki görevli çıkıyor ve bizi o tarafa çağırıyor. Kuyruktan ayrılıp, o tarafa ilerliyoruz. Meğerse ne kadardır içimdeymiş bu, ne kadar zamandır bunun hasretiyle yaşıyormuşum, sanki içimde aralıksız kanayan bir yaraymış da, 39 yıldır bu anı beklermişim gibi, kana kana, ağız dolusu bir “Merhaba Komşu,” çekiyorum. Adam benim bu amansız özlemimden habersiz gibi, göz ucuyla, azıcık ters ters bakmakla yetiniyor bana. Bankosunda, ağzının kenarında sigarası, bizden belgelerimizi istiyor.
Pasaportlarımız, arabanın yeşil kartı, yani sigortası istediği ilk şeyler. Uluslararası sürücü belgesi istemiyor. Gördüğüm kadarıyla bu gümrük işleri biraz şans işi, bazen oluyor, bazen olmuyor yani… Bana ne iş yaptığımı soruyor, translation diyorum, anlamaz bakışlarla bakınca, “İngilizce kitap, ben yapıyor Türkçe,” işi çözüyor. Sonra, herhangi bir şey söylemeden, beklerken bir çay alır mıydınız falan demeden, elinde bizim pasaportlarla gidiveriyor. Bir türlü dönmüyor, Bulgar hapislerinde çürüyecek olabilir miyim? Bizim tarafa doğru koşarak gitsem, alırlar mı beni acaba? Dakikalar geçtikçe geçiyor, adam yok. Kuyruğun arkasındaki gurbetçiler geliyor, ağız dolusu basıyorlar küfrü. Belli ki Bulgar bıktırmış herkesi. Bir on dakika kadar sonra geliyor, işlemleri yapıyor ve pasaportlarla birlikte bize küçük bir flash disc veriyor. Arabanın içine şöyle bir baktıktan sonra, uzun zamandır planladığımız bir rüyanın gerçekleşiyor olabileceğine dair ilk cümleyi söylüyor: “Nema problema… HAYDI,”
Bununla birlikte bir sonraki bankoya ilerliyoruz ve belgelerle birlikte diski veriyoruz. Bir sonraki bankoda Türk ve Bulgar sınırı arasından geçerken üzerimize püskürttükleri minik dezenfektan için bizden 2 € ve otoyol ücreti alıyorlar. Bazı ülkelerin otoyol sistemleri bizimkinden farklı: Bulgaristan sınırda tahsil ediyor, geçsen de geçmesen de otoyol ücretini ödüyorsun ama otoyol girişinde çıkışında, en azından gözle görünen bir kontrol yok. Küçük bir çıkartma veriyorlar ve bunu cama yapıştırıyorsun. Vignet denen bu zamazingolar daha sonra camdan çıkacak mı, bilmiyorum.
Bulgaristan gümrüğündeki işlemlerimiz saat 07:45’te bitiyor. Gümrükten çıkar çıkmaz bir benzinlik var, aslında pek de benzinlik denemez, iki üç tane pompa… ama ucuz. Benim kızım Eurodizel kullanıyor ve fiyat 1,28€. Ama pompacı falan yok. Bir kulübe içerisinde iki üç kadın oturuyor ve hiçbir şey yapmadan duruyorlar. Sonra öğreniyorum ki mesaileri sekizde başlıyormuş, yani bir tür vardiya değişimine denk gelmişiz.
Benzin alabilmek için pasaport istiyor ve Türkiye yönüne gidenlere benzin satmıyor. Saat sekiz olunca pasaportuma bakıp, “Git doldur,” diyorlar. Pompa atar mı atmaz mı, benzin nasıl doldurulur, tamamen bir muamma. Kadına soruyorum, dolunca kendi atar mı diye, atabilir de atmayabilir de diyor. Deponun 80 litre olduğunu bildiğim ve neredeyse boş olduğunu gördüğüm için 50 litre alabilirim diye düşünüp başlıyorum doldurmaya. Ama buraya yazmak kadar kolay değil, insan strese yazıyor. 65€’luk mazut alıyorum kızıma ve saat sekiz gibi düşüyoruz yollara.
Oldu… Nisan’dan bu yana bunun hayaliyle yaşıyorum ben… İçimizde nasıl bir huzur var anlatamam. Tülay’la arada bir birbirimize bakıp sırıtıyoruz… Oldu! Sınırdan geçerken etrafla ilgilenen Derin efendi yavaş yavaş sıkılmaya başlayınca onu arkaya atıyoruz. Yollar fena değil, trafik çok kalabalık değil. Her tarafta kaşar tabelaları var; üçgen oluşturacak şekilde yerleştirilmiş üç tane yuvarlak. Önce anlamıyor, bir trafik işareti olduğunu düşünüyorum ama sonra bunun uluslar arası kaşar sembolü olduğunu anlıyoruz. Önüm arkam sağı solum Türklerle dolu. Türk tırları ya da gurbetçiler.
Saat 10:40 gibi Plovdiv civarlarındayız. Derin’i arkaya atarken direksiyona Tülay geçmişti ve şimdi o kullanıyor. Haritaydı, yol tabelalarıydı falan derken ilk hatamız yapıyor ve Sofya’ya doğru giden otoyola girmek yerine Burgaz’a doğru dönüyoruz. Bir miktar gittikten sonra dönecek bir yer bulup gerisingeri otoyola yollanıyoruz.
Acıktık! Bu bölgedeki ve sanırım orta Avrupa’daki en iyi benzin istasyonları olan OMV’lerden birinde duruyoruz ve seyahatin ilk kazığını yiyorum. Bulgaristan’a girerken 50€ bozdurma gibi bir planım vardı ama bizim giriş yaptığımız saatte döviz büfesi kapalıydı. OMV’ye girdik, ilgimizi çeken yiyecek ve içeceklerden aldık ve şu an tam bilmediğim bir şeyler tuttu. Fiyatlar büyük ihtimalle Leva idi, ama ben kasadaki kıza sorduğumda Euro olduğunu söyledi ve o şekilde parayı tahsil etti. Dolayısı ile en azından iki katı ödemiş olduk. Olsun! Tecrübe oluyor işte.
Marketten aldıklarımızı hapur hupur mideye indirdik ve Sofya’ya doğru yola devam ettik… ve fırtınadan önceki sessizlik içerisinde yola koyulduk… Ama şimdi saat çok geç oldu, arkası yarın.
* * *
Saat 11:43, hava 27 derece. Otoyoldan Sofya’ya doğru ilerliyor ve saat 12:25’te Sofya’ya varıyoruz. Turist olmak zor zanaatmış, insan şehrin girişinde mi çıkışında mı bilemiyor. Buraya kadar gelmişken şehri görmeden geçmek istemedik ve Sofya’nın içinden geçmeye karar verdik… bir yandan gidiyoruz, tabelalar falan da var ve aşağı yukarı ne tarafa devam edeceğimiz konusunda bir fikre de sahibim.
Sonra, aniden kendimizi şehir merkezinde buluveriyoruz ve güzel binalara falan bakalım derken yön mefhumu kayboluyor. Gidiyoruz bir yerlere ama nerelere bilen yok. Bir süre devam ettikten sonra aklımıza Gezenbilir forumlarından tanıdığımız bir dostumuzun verdiği G;PS geliyor ve GPS’i açınca ne tarafa gittiğimiz konusunda bir fikre sahip oluyoruz. Bu gavur milleti tuhaf… duruyor ve birilerine yol soruyorum ama yüz ifadelerine bakarsanız ancak 10-15 dakika önce aydan gelmişler ve Sofya’yı hiç bilmiyormuş gibiler. İnsanın yaşadığı şehirden Belgrad yönüne nasıl gidileceğine dair bir fikri nasıl olmayabilir? Bunun nasıl mümkün olabildiğine emin değilim ama oluyor işte.
Hep derim, ne varsa geçlerde var diye, doğruymuş… Bir delikanlı bize yolun ne tarafta olduğunu gösteriyor ve Sofya’dan çıkmayı başarıyoruz.
Bulgaristan’ın içlerine doğru ilerledikçe, Türkiye’den çıkmış olma fikri ilk başta olduğu kadar ilginç gelmemeye başladı. Yollar fena değil, otoyol dedikleri genellikle bizim çift şeritli, ayrılmış yollarımız gibi. Ankara – İstanbul arasındaki gibi bir otoyol henüz çıkmadı karşımıza.
Bulgar polislerine rüşvet vermemiz gerekeceğine neredeyse emin olduğum için hız limitlerine falan büyük dikkat gösteriyorum ve yavaş yavaş ilerliyoruz. Aslında iyi de oluyor, hem mazutu az yakıyoruz, hem de sağı solu incelemek mümkün oluyor.
Bulgar benzinliğinden aldığımız kruvasanlar ve abur cuburların ilk etkileri yavaş yavaş ortaya çıktı ve Derin’in ilk kusması Bulgaristan’da oldu. Ama şimdilik kötü görünmüyor, kusunca rahatladı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra yola devam ediyoruz.
Saat 14:10 ve Sırbistan gümrüğüne geliyoruz. 8-10 arabalık bir kuyruk var ve kamyonlar farklı bir kapıdan giriş yapıyorlar.
Gümrük sırasında beklerken Derin yine kötüleşiyor ve tekrar kusuyor. Gümrük memurları evrakları kontrol ederken Derin hasta ve biz de Derin için endişelenmekle meşgulüz. Gümrük kontrolü bitiyor ve kapıdan Sırbistan’a doğru ilerlemeye başladıktan hemen sonra bir gümrük memuru arabanın içini kontrol etmek için bizi durduruyor. Adamın bir şeyler anlatmak istermiş gibi bir hali var ama bizim, en azından benim bir şey anladığım yok. Zavallı adam epey bir uğraştıktan sonra, yanlış yerden geçtiğimizi, bizim kamyonların geçtiği yerden geçmiş olmamız gerektiğini söylemeye çalıştığını anlıyorum, özetle rüşvet istiyor. Ama öyle çok anlamamış gibi yaptım ve sanırım öyle uzun bir süre boyunca gerçekten de anlamamıştım ki, adam benimle daha fazla uğraşmak istemedi ve, bıkkın bir ifadeyle, “Hadi naş!” diyip beni salıverdi.
Böylece saat 15:00 gibi Sırp gümrüğünden çıkmış olduk. Vay be! Bir sınır daha geçtik ama hala herhangi bir problem çıkmadı. Hasta olan Derin efendi dışında iyi gibiyiz ve o da kustuktan sonra düzelirmiş gibi görünüyor. Gümrükten çıkar çıkmaz 100€ bozduruyorum ve hemen ileride, sağ taraftaki mola yerine giriyoruz. Durup kendimizle ilgileniyoruz, bu arada konuştuğum gurbetçiler 70 km. kadar ileride Türk lokantalarının olduğunu ve orada bir şeyler yiyebileceğimizi söylüyorlar. Biz de o kadar dayanabileceğimizi düşünerek tekrar yola vuruyoruz kendimizi.
Ama çok gidemiyoruz çünkü yaklaşık 2 km. kadar ileride yol tıkanıyor. Bütün trafik durmuş durumda. Herkes arabalarından iniyor ve neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Yoldaki arabaların %70’i Türk. Bulgaristan yününe giden bir sürü TIR var, gurbetçiler her yerde. Bu yolda Türk’e bir şey olmaz!
Karşıdan bir TIR geliyor, camında 60 Cemal diye bir plaka var… “Cemal kardaş, ne yapıyorsun?” diye sesleniyorum camdan, Cemal çok seviniyor… Bir iki dakika sohbet ediyoruz, sonra karşı yöne yol açılıyor, Cemal de havalı kornasını kana kana öttürerek uzaklaşıyor, memlekete doğru. Ciddi bir gürültü çıkıyor tabii devasa kornadan. Tülay ve ben gülümserken, Derin neden böyle bir şey yaptığını anlamakta zorluk çekiyor. Ona bu yollarda direksiyon sallamanın ne denli zor bir şey olduğunu anlatıyoruz… Gerçekten de zor bir hayat gibi görünüyor, böyle bir hayatı yaşayan birinin her türlü rahatlamaya ihtiyacı var.
Cemal bize yolun neden tıkalı olduğunu anlattı: Bulgar gümrüğü Türk TIR’larına eziyet ediyor ve işlemleri çok yavaş yapıyor. Dolayısı ile Bulgaristan yönüne doğru bir sürü TIR birikiyor. Ama o kuyruğu beklemek istemeyen ve aslında farklı kapıdan giriş yapacak arabalar TIR’ları geçmek isteyince de iki şeritli yolda ufak bir kaos ortaya çıkıyor. Aslında bizim Türkiye’de trafik sıkıştığında kavşaklarda yaşadığımız kaostan hiç de farklı bir şey değil… tek fark Kızılay’da değil, Sırbistan’da olmamız.
Karşı yöndeki TIR şoförleri ile şakalaşıp duruyoruz. Komiklerinden biri duruyor, “Kardaş nereye? Ters gidiyorsun… yanlış yola sapmışsın… “ diyor. Artık öyle bir yerdeyiz ki, Türk plakası görenlere ilginç geliyor… İnsanın hoşuna giden bir duyguymuş bu.
Neden sonra yol açılıyor ve Sırbistan’ın içlerine, Belgrad’a doğru ilerlemeye başlıyoruz. Bir iki gün önce iş yerinde cereyanda kalmış Tülay’ın omzunun ağrımaya başlaması da bu sıralara denk geliyor. Epey bir yol geldik, dinlenebilmek ümidi ile, Tülay Derin’i de alarak arkaya geçip yatıyor. Türk lokantasında yiyeceğim yemeğin hayaliyle gaz pedalına yüklenirken oldukça etkileyici bir yoldan geçmeye başlıyoruz. Tüneller, sol tarafta bir nehir ve dağların arasından geçen, iki şeritli bir yol burası. Yol çok güzel. Türk lokantalarını ararken bir türlü duracak yer bulamıyorum ve Tülay da arkada uyuyor olduğu için yola devam ediyorum.
Bir süre sonra otoyol gişelerine geliyoruz. Sırbistan’daki otoyollar da Türkiye’dekiler gibi. Otoyola girerken bilet alıyor, çıkışta ödüyorsunuz. Otoyol bilet gişesine yanaşıyorum ve biletimi almak için uzanıyorum ki, içerideki görevli bir şeyler söylemeye başlıyor. Doğal olarak anlamıyorum… ama adam anlatmaya devam ediyor ve kısa süre içerisinde bağırmaya başlıyor. Sonraları fark ediyorum ki, bir süredir bu herifler bana bağırıp duruyorlar. Acaba bir şeyi bağırarak söylediklerinde daha iyi anlaşılır olacağını düşünüyor olabilirler mi? Böyle düşünüyorlarsa, yanılıyorlar. Bir miktar fırça yedikten ve hayatımın o bölümünden nefret ettikten sonra anlıyorum ki herif bana araba biletinden almamam gerektiğimi anlatmaya çalışıyor. Tepelerde bir yere zar zor uzanıp kamyon biletlerinden alıyorum. Bu da Balkanlar’da yediğim ikinci kazık olsun!
Derin bir süredir kusmuyor ve arkada uyuyorlar. Ben de önde uyumak üzere olduğum ve acıktığım için bir mola yeri aranmaya başlıyorum. “Fun on the Highway” gibi bir şeyler yazan ve büyük bir tesise benzeyen bir yerlerde duruyorum… Tülay ve Derin uyanıyorlar ve bir lokantaya oturuyoruz. Gözümüze ilk çarpan şey, menüdeki ‘Kayghana’. Vay be! Garson ufak tefek Türkçe anlıyor. Bulgaristan ve Sırbistan’da Türkçe, İngilizce’den daha fazla işe yarıyor. Tavuk suyu çorbalarımızı ısmarlıyoruz ve masaya koca koca, sıcacık ekmekler geliyor. Çorbayı iptal mi etsek? Çorbalar gelmeden, ekmekle doyacak gibiyiz, öylesine güzel ki! Sonra çorba geliyor… biraz yağlı ama son derece leziz. Bir de hamburger sipariş ediyorum. Hamburger yaklaşık masa büyüklüğünde, üç dört kişi rahatça doyar… neyse, dert değil, neyse ki ben de üç dört kişi büyüklüğündeyim :D.
Zaman zaman karşılaştığımız, deli gibi, saplantılı bir şekilde McDonald’s arayan turizleri artık anlıyorum. Menüye bakıyorum ama ne yiyebileceğim konusunda hiçbir fikrim yok… bir
McRoyal olsa, oysa ki… onu biliyorum.
Benim uykum geldiği için direksiyona Tülay hanım geçiyor ve ben de arkada uykuya dalıyorum. Uyandığımda Belgrad’dayız. Zaman epey ilerledi ve saat sekize geliyor. Saatlerimizi ayarlamış mıydık? Emin değilim, belki de yediye geliyordur… Belgrad’da bir benzinliğe giriyor ve depoyu dolduruyoruz. “Tülay: bir iki cümle okuma ve sonraki paragrafa atla, lütfen… “ Yahu bu Sırbistan kızlarının durumu nedir böyle? Çok güzeller! Belgrad’da mazut alırken bir tanesi gelip camı siliyor, ama öyle böyle güzel bir hanımefendi değil yani…
“Tülay okumaya buradan devam edebilirsin, teşekkürler.” Mazutun litre fiyatı biraz arttı ve genellikle 1,40€ civarında. Artık saat ilerlediği ve daha fazla gecikmek istemediğimiz için Belgrad’a girmiyor, şehri dışarıdan görmekle yetiniyor ve saat 20:30 gibi Belgrad’dan çıkıyoruz.
Sırbistan Bulgaristan’a nazaran daha yeşil bir ülke, yolun iki yanı sürekli ormanlarla kaplı. Eğer çok yorulursak kalabiliriz diye düşündüğümüz Novi Sad’a doğru gidiyoruz ve eğer daha önce bir şekilde gözümüzden kaçmadıysa ilk kez Tuna Nehri’ni geçiyoruz. Tam güneşin batışına denk geldik ve muhteşem bir manzara var, ama daha sonraları pek çok kez başımıza geleceği gibi yolda duracak herhangi bir yer yok. Arabadan bir iki fotoğraf çekmeye çalışıyoruz ama sonuçlar, gördüklerimizle kıyas kabul etmeyecek kadar güzel.
Saat epeyce ilerledi. Ama asıl amacımız Macaristan’a girip, sınırın Macaristan tarafında uygun yer bulup arabada yatmak. Bu arada Derin sanki biraz daha kötüleşti gibi. Neyse ki uykuya dalıyor ve biraz dinleniyor. Novi Sad’a girmek planda yok ama bir tabelayı atlayınca, mecburen kendimizi Novi Sad’da buluyoruz.
Oldukça güzel görünen bir sayfiye kasabası havası hakim şehre. İnsanlar akşam yemeklerini yemiş, yürüyüşe çıkmışlar ya da bisikletleri ile dolaşıyorlar. Çok beğeniyoruz ve biz etrafımıza bakınır ve ara sıra durup fotoğraf çekerken hava tamamen kararıyor. Şehirden dışarı nasıl çıkacağımızı keşfetmemiz epey bir zaman alıyor ama biz bu gece sınırı geçmeye kararlıyız. Eğer aynı yolu izleyecekseniz ve Novi Sad’a girmek istemiyorsanız, sağ tarafa dönüp köprünün üzerine çıkmayın. Biz de öyle yapmış olsak ve Novi Sad’a dönmesek iki saat kadar kaybetmemiş olacaktık. Ama dert değil, güzel bir Sırbistan kasabası görmüş olduk… zaten bunun için çıkmamış mıydık yola?
Tülay da arkaya geçiyor ve uykum gelene kadar yola devam etmeye karar veriyoruz. Saat 23 civarı. Tempolu bir şekilde, 100 – 110 km. civarı bir süratle sınıra doğru ilerliyoruz. Macar sınırına bir kilometre kala sağ tarafta bir benzinliğe giriyoruz. Derin berbat durumda. Benzinliğe girince bir kez arabada kusuyor, yüzünü yıkamak için içeri girdiğimizde de bir kez daha. Kafeyi berbat etmiş durumdayız ve tezgâhın arkasında duran kadınlar bu durumdan hiç memnun değiller. Sırpça söylenip duruyorlar ama bana ne! İstedikleri kadar söylenebilirler. Derin oldukça kötü durumda ve yüzü bembeyaz. Bir an önce sınırı geçmekten başka bir şey düşünmüyoruz. Gördüğüm Sırp polislere nerede doktor bulabileceğimi soruyorum ama pek ümit yok gibi.
Saat 00:30 gibi Macar gümrüğüne giriyor ve herhangi bir sorunla karşılaşmadan Schengen sınırlarına duhul oluyoruz. Bir tuhaflık var bu işte! Bütün gümrüklerden herhangi bir sorunla karşılaşmadan geçiverdik. Bu arada ilk kez Macar gümrüğünde ehliyet soruyorlar. Normal ehliyeti versem de olacak gibi sanki, çünkü ben adamın ne sorduğunu anlamaya çalışırken adam tam vazgeçecekken uluslar arası ehliyeti gösterdim ve anlamamış gibi yapsam adam sorun edecek gibi değildi. Yani uluslar arası ehliyet mecburi gibi görünmüyor ama daha önce de yazdığım gibi bu işler biraz şans işi gibi.
Macar gümrüğünden çıkar çıkmaz en yakın Macar kasabası olan Szeged’e gidip bir otelde kalmaya karar veriyoruz çünkü Derin gerçekten de kötü durumda. Gümrükten çıkında yolun sağındaki bir kulübeden otoyol paramızı ödüyoruz. Otoyol sistemiz bazı ülkelerde bizdekinden farklı işliyor: Bulgaristan, Macaristan ve Avusturya gümrükten geçen bütün arabalara otoyol vigneti satıyorlar ve bu vignet denen zamazingoyu arabanın camına yapıştırıp, belirli bir süre boyunca bütün otoyollara herhangi bir kontrol ya da gişe olmadan girebiliyorsunuz. Sırbistan ve İtalya ise bizimkine benzer bir sistem uyguluyor. Sırbistan sisteminde, bilet alırken yediğiniz fırça için ekstra bir ücret talep etmiyorlar.
Otoyol biletimizi aldıktan sonra Szeged’e yöneliyoruz. Saat 01 ve hayat tamamen sona ermiş. Şehrin nasıl bir yer olduğunu bilmiyoruz, şehrin neresinde olduğumuzu bilmiyoruz, neredeyse kim olduğumuzu bile unutmak üzereyiz. Dilek olay, 1.100 km. yol geldik ve kusup duran hasta bir çocuğumuz var. Bu şekilde devam ederse geri dönmemiz bile söz konusu olabilir.
Neyse ki yetenekli bir adamım ve Ömür efendiden çaldığım Superman tişörtünü hakkıyla giyiyorum. Bir taksi görünce hemen duruyorum ve taksiciye otel soruyorum. Taksi şoförleri turistin en büyük dostu; kalınacak yerleri biliyorlar, şehrin neresine nasıl gidilir biliyorlar. Taksici bana bir otel tarif ediyor, fazla zorlanmadan oteli buluyorum. Kahretsin, yer yok! Bu sefer otelin resepsiyon görevlisi bir otel tarif ediyor ve bize bir harita veriyor. O otele doğru giderken karşımıza başka bir otel çıkıyor: Otel Matrix! Saat neredeyse 01:30 oldu. Allahtan otelde yer var ve çok daa pahalı değil. Gerçi gözümüz para falan görecek halde değiliz, fare deliği bulsak girip uyumak istiyoruz. Otel ücreti üç kişi için 58 €. [Tülay okuma!] otelde bir resepsiyon görevlisi var ki, inanılmaz. Hayatımda bu kadar çirkin bir kız görmedim. Gece rüyama girmemesini umup, yüzünü unutmaya çalışarak odaya çıkıyorum. Derin yatağa girer girmez uykuya dalıyor ve şimdilik daha iyi gibi. Tülay ve ben rahatlayıp, bir şeyler içiyoruz. Saat 02:30 olmak üzere ve sanırım artık bu günün bitme zamanı geldi.
İstanbul’dan çıktıktan 24 saat ve yaklaşık 1.200 km. sonra, Macaristan’ın Szeged şehrinde, Otel Matrix’deki yataklarımızda uykuya dalıyor ve önümüzdeki günlere dair rüyalara dalıyoruz. Vay be!