“Çılgın metro gezisinin” ardından diye başlıyordum ki tam, çılgın olarak adlandırılabilecek bir şey yapmadığımı fark ederek susmaya karar verdim. Minik bir özet geçmek gerekirse, sanırım iki saati aşkın bir süredir Moskova metrosunda turlayıp duruyorum.
Arada birkaç defa yeryüzüne çıkıp birkaç fotoğraf çekiyorum, Bolşoy’un önünde ya da bana ilginç gelebilecek yerlerde. Arbatskaya’da turluyorum bu sefer akşam saatlerinde. Bir kahve, bir iki bisküvi.
Akşam için bazı planlarım var hâlâ ama bakıyorum ki saat on ikiye gelmeye başlamış çoktan. Metro üzerinde kurduğum mutlak hâkimiyeti dikkate alarak fotoğraf çekmek istediğim köprünün yerini belirleyip, hangi istasyonda inmem gerektiğine karar veriyorum. Bizim İ. Melih’e kızıp durursunuz ama Moskova’da da metro 1 gibi off pozisyonuna geçiyor ve o saatten sonra taksiye binmek gibi bir niyetim de yok.
Her şey planlandığı şekilde gidiyor, doğru istasyona gitmek için doğru treni yakalıyor, doğru yöne doğru yol almaya başlıyorum. Tuhaf ve beklenmedik bir şekilde doğru istasyonda iniyor ve kendimi metronun doğru tarafa çıkan çıkışından dışarı atmayı da başarıyorum.
Bu kadar doğrunun bir yanlışa bağlanıyor oluşu hayal kırıklığı yaratmıyor değil ama canımı sıkacak ruh hali içerisinde değilim hiç. Ne var yani bir sonraki (daha doğrusu Kremlin’e göre bir sonraki) köprüde indiysem? Bir iki fotoğraf çekmeyi denedikten sonra saat 1’e gelirken yeniden yol kenarına çıkıyorum, taksiye binme niyetiynen.
Saat 1 gibi başladığım taksi bekleme ritüeli 1 saat kadar sürüyor. Gündüz saatlerinde buluştuğum Aktuğ beni taksiciler konusunda uyarmış ve normal şartlarda 200 ruble edecek bir mesafeye 1.000 ruble vermemin ciddi bir ihtimal olduğunu söylemişti. Bu yüzden bir parça hazırlıklıyım ve fena halde pazarlık etme niyetim var.
Bu ciddi niyet 1 saat kadar taksi bekleyince epey bir kırılıyor ve yılana sarılması muhtemel bir deniz âşığı gibi taksi de taksi diye kıvranmaya başlıyorum. En sonunda uzaktan görünüyor muradım. El ediyorum, duruyor… Kapıyı açıp, “Kremlin, how much?” diyorum. Aslında Kremlin bana ben kadar yakın… hani yürümeye başlamış olsam şu an çoktan varmıştım hesabı. Adamın yüzüne bir gülümseme yayılıyor, “Kardeşim mal mısın sen, şu kadar yol için pazarlık mı edeceksin?” der gibisinden.
Neyse en sonunda biniyorum ve aramızda şöyle bir muhabbet geçiyor:
“City?”
“Da, city… Kremlin.”
“Da.”
…
“No no, city?” (Eliyle beni işaret ediyor ve ben de nereden geldiğimi merak ettiğini anlıyorum böylece.)
“Turchhia, Ankara…” (Turkey demek işe yaramıyor ve İngilizce söyleyince anlamıyorlar çünkü.)
“Abi dalga geçme ya…”
!!!
Gecenin 2 bilmemnesinde Moskova’da bindiğim taksinin şoförü Türk çıkıyor. Vay canınas. Ankara’da kalmış bir sürü. Kremlin niyetiyle binmiştim ama aniden ilk hedeflediğim köprünün oraya geldiğimi görünce hemen inmeye karar veriyorum ve sohbet etmek için fazla zaman kalmıyor, sadece karşılıklı şaşkınlığımızı deneyimleyebiliyoruz. Hatta bir fotoğraf çekmek bile gelmiyor aklıma. İlla da valla da billa da para almam diye tutturuyor ama bir şekilde ikna ediyorum kendisini ve 300 ruble veriyorum. 1 saat soğukta bekledikten sonra 12 lira taksi parası insanın canını hiç sıkmıyor.
Gitmeyi hedeflediğim köprüye doğru olan yürüyüşüme başlıyorum yavaştan. 10 Mart için son derece milayim bir hava var dışarıda ve biraz yürüdükten sonra ısınıp soğuğu da hissetmemeye başlıyorum. İçinden su geçen şehirleri çok seviyorum ben ama böyle bir problemleri olduğu da aşikâr. Doğru köprüyü tutturamazsan eğer, tabana kuvvet yürümek zorunda kalıyorsun.
İşte köprüyü buldum sonunda. Düşünüyorum da benim gerçekten de yalnız seyahat etmem lazım. Bu işkenceyi benimle birlikte çekebilecek biri çıkar mı emin değilim. Gecenin 2 küsuru, hava ancak mart ayı için kabul edilebilecek kadar sıcak, in cin top oynuyor etrafta ve ben bir saat boyunca fotoğraf çekmekle uğraşıyorum bir başıma. Hani bunca eziyetin sonunda doğru dürüst bir şeyler çıkıyor olsa ona yanmayacağım ama sonuçlardan da memnun değilim.
Uzatmayayım (sanki hiç uzatmazmışım gibi), saat 2,5 sularında köprüde işimin bittiğine karar verip kendimi PaPa’s’a atmam gerektiğine kanaat getiriyorum. Önceki akşamın o muhteşem “happiest hour” deneyimi beni çağırıyor sanki. Gerçi o saat çoktan geçmiş olmalı ama umut fakirin ekmeği işte. Otele çok yakın bir mesafedeyim ama Kızıl Meydan’ı etrafta kimsecikler yokken görme düşüncesi bana cazip geliyor sanırım. Bu arada, benim köprünün üzerinde trafik olmayan ve hemen Kurtarıcımız İsa katedralinin önündeki köprü olduğunu ekleyeyim, belki birilerinin işine yarar diye. Güzel bir Kremlin fotoğrafı için gidilmesi gereken yerlerden biri zira.
Pek fena sayılmayacak bir taksi deneyimi yaşadığım için bir yerlerim hafiften kalkmış durumda ve yeniden taksiye binmeye niyetleniyorum. Bu sefer ilkinden daha şanslıyım zira neredeyse hiç beklemem gerekmiyor ve pat diye geliyor bir taksi. Kremlin’e belki de sadece 2 kilometre mesafedeyim ama o yolu yürüyüp sonra da gerisingeri otele dönmek istemiyor canım ve kaldırıyorum elimi.
Bu seferki taksici de pazarlık etme çabamı gülerek karşılıyor. Köşeli yüzü olan, iri yarı, muhtemelen Tacikistan, Kırgızistan gibi bir yerlerden gibi börünüyor ve hiç İngilizce bilmiyor, tahmin edilebileceği üzere. Şöyle bir konuşma geçiyor bu sefer:
Вы турист?
Da, tavarish.
Yüzüne kocaman bir gülümseme yayılıveriyor hemen, belli ki çok hoşuna gitti bu tavarish meselesi.
Как вы меня назвали, товарищ?
Da, tavarish.
товарищ?
Da.
Zaten ancak bu kadar konuşma fırsatı oluyor. Ne kadar diye işaret ederek soruyorum, gülüyor. Sonra cüzdanda kalan bozuk 200 rubleyi gösteriyorum kendisine, “Abi biz öğrenciyiz,” derken takınılan o yüz ifadesiyle. “Lan, olum ben seni fena yapardım da, bak tavarish mavarish dedin yırttın,” der gibi bakıyor yüzüme gülerek ve, “Tavarish?” diyor. Ben de klasik repliğimi tekrarlayıp, “Da, tavarish,” diyerek iniyorum taksiden.
Hemen PaPa’s’a atıyorum kendimi. Saatlerdir dolanıp duruyor, aç bilaç taban tepiyorum kolay mı… İlk olarak koca bir mojito. “Happy hour?” diye soruyorum gençlere, “Niyet,” diyorlar. Evet evet, benim de niyetim o da iş işten geçmiş belli ki. Eh ne yapalım, bastıran bu efkarı yeni bir mojito ile… ya da bi saniye, belki de bir Long Island ile bastırmalıyım. PaPa, I’m home!
Saat 4-5 gibi çıkıyorum mekândan. İnanmazsınız, hâlâ yeni gelenler var. Girenlerden birkaçı kalmam için ısrar ediyorlar ama yok, otele gideceğim ben. Yarın dönüyorum ne de olsa ve sabah en geç 12 gibi kalkıp günü ziyan etmemeye niyetliyim.
Gece 5 ve ben Kızıl Meydan’da yürüyorum. Tuhaf aslında. Etrafta sadece birkaç kişi var ve bunların bir kısmı polis. Kuytuda duran bir ekip arabası, bir fahişe… Sokak köpekleri ya da çöpçüler yok ama çevrede. Tarih Müzesi’nin önünde oturup bir cigara tellendiriyorum. Keşke PaPa’s’dan bir yolluk alıp Lenin’e baka baka içseydim şuracıkta. Gidesim de var kalasım da…
En sonunda uykuya ve ayaklarımın ağrısına yenik düşüp otelimsiye dönmeye karar veriyorum. Bundan sonra ilginç bir şey olmuyor ne yazık ki.
Yatak rahat, oda fena sıcak, beden bitmiş çoktan. Günü harcamamak için saatimi 11’e kuruyorum, dikkatle. Sanırım yatağa yatmam ve gözlerimi kapatıp kendimi uykunun tatlı kollarına bırakmam on saniye falan sürüyor.
Dönüyorum yarın.