Köprünün üzerinde yaşadığım heyecan dolu aydınlanmanın ardından bir sağıma bir soluma bakarak bir süre duruyorum öylece. Manzara heyecan verici olsa da saat yediyi geçmek üzere ve ben de market kapanmadan yetişmek istiyorum. Yine de, buranın muhtemelen bir yeri kalkık Avrupa şehirleri gibi olmadığını ve marketlerin mantıklı saatlere kadar çalışıyor olduklarını tahmin ederek bir iki fotoğraf daha çekiyor, sonra da marketin olduğunu düşündüğüm tarafa doğru yürümeye devam ediyorum.
Moskova’da caddeler, özellikle de ana arter tabir ettiğimiz türden caddeler fazlasıyla geniş. Şehrin merkezinden geçen 5-6 şeritli yollar genellikle tek yön olarak işliyorlar ve bunlarda çok hızlı akan bir trafik söz konusu. Biz alışmışız kafamıza göre karşıya geçmeye ama burada pek mümkün değil böyle bir şey yapmak. Karşıya geçmek istediğinizde genellikle çok da uzak olmayan metro istasyonlarından birini ya da yaya alt geçitlerini kullanmak gerekiyor illa ki. Hani ben bir yere kadar Türk olmanın verdiği cesaretle bir iki kez geçtim bu caddelerden karşıya ama bunu yapabildiğimde saat 03 sularıydı. İşte bu köprü de, benzer şekilde, epeyce geniş ve kıyıya bağlandığı noktada karşıya geçmek için bir sürü merdiven inip bir sürü merdiven çıkmak gerekiyor. Daha acemi olduğum için söylenmeden inip çıkıyorum ben de.
Karşı kıyıya vardıktan sonra içgüdülerime ve türlü Avrupa şehirlerinde edindiğim tecrübelere kulak vererek merdivenleri iniyor, sağ taraftaki ışıklardan karşıya geçerek bina boyunca yürümeye başlıyorum. Kadın bu tarafı tarif etmişti ve şu köşeyi döner dönmez çıkacak market karşıma. Hmm… Opera ya da tiyatro gibi yer burası. Şık şık insanlar temsili izlemek için teker teker içeri giriyor, kapının önünde arkadaşlarıyla falan buluşuyorlar. Burada peynir bulma ihtimalimin düşük olduğuna kanaat getirerek geldiğim yoldan kös kös geri dönerken içgüdülerimi o kadar da ciddiye almamaya karar veriyorum hemen. Hafiften soğuk bir rüzgâr esmeye başladı ve sırtımda taşıdığım yüke ve kat kat giyinmiş olmama rağmen hafiften bir üşü geldi gelecek.
Çok geçmeden buluyorum marketi. İşte ne var ki… tam da kadının tarif ettiği yerdeymiş. Market her yerdeki marketler gibi. Önce otelimsime dönünce karnımı biraz doyurmak için hamburger ekmeği alıyorum bir paket. Uçaktaki tavuk ve biftek kokularından bir yerlerim şişmişti ya, açım işte. Sonra bir paket dilimli peynir. Halbuki alsana taze kaşarı yarım kilo… Markette hazır yiyecekler falan da var ve fiyatları da epey uygun gibi görünüyor. Şöyle az biraz mezemsi ve biraz da jambonumtırak bir şeyler alsam mı… Rakı var mıdır acaba markette? Bir süre içki raflarında dolanıyor, Rakı ya da Jager bulamayınca daha sonra yeniden gelmeye karar veriyorum. Çok detaya girmeyeyim, içimdeki ateşi bastırmak için bir miktar hafifinden kola, birkaç şişe bira alıyorum.
Aslında buraya gelirken Rus biralarını denemekti plan ama markette dolaşırken gördüğüm bir şey bu seçeneği ortadan kaldırdı. Budweiser buradaki en ucuz bira. Üstelik sadece 65 ruble gibi bir fiyatı var ve büyük şişe Bud için 3 TL ödemek cazip bir şey. Dolayısıyla yemişim Rus birasını diyerek Amerikan tarafında buluyorum kendimi.
Toparladığım mütevazı nevalemi yanımda dolaştırdığım tripodun büyük kısmını işgal ettiği zavallı büyüklükteki sırt çantama doldurup 600 ruble (24 TL) gibi bir rakam ödeyerek marketten ayrılıyorum. Şimdi otele dönmeli, fazlalıklarımdan kurtulmalı, bir şeyler atıştırıp bir an önce kendimi Kızıl Meydan’a ulaştırmalıyım.
Odaya varınca bir hamburger ekmeğinin içine tıkıştırdığım iki dilim peyniri tüketiyor, bir miktar kolayı kafaya dikiyor, soğuğa karşı gerekli önemleri alıp saat dokuz sularında yeniden sokağa atıyorum kendimi. Köprünün üzerinden etrafa bakınmış ve fotoğraf için birkaç nokta kestirmiştim gözüme. Önce buraları ziyaret edecek, çeke çeke KM’a gideceğim. Plan bu.
Sırt çantamı almadım çıkarken. Elimde bir tripod, boynuma asılı fotoğraf makinem. Pasaporttu cüzdandı falan çantada ve onlara gözüm gibi bakmalıyım. Önce bizim otelin yüz metre kadar ilerisinde görünen bir binayı çekmeye karar veriyorum. Ah bu Kiril alfabesi yok mu… binayı çekerken yarım saat orada duruyorum ama buranın ne olduğu hakkında hâlâ bir fikrim yok. Aslında bu durumdan utandığım için on dakkadır Google’dan araştırıyorum ama hâlâ bir şey öğrenemedim… Aman ya seninle mi uğraşıcam diyor ve devam ediyorum.
Binanın fotoğraflarını çektikten sonra KM’a doğru, yolu pek de bilmeden devam etmeye karar veriyorum. Ne de olsa Kremlin hemen sağımda ve o koca duvarların diğer tarafında geçebilmem için bir yerlerde bir kapı falan olmalı. “En kötüsü kaybolurum” prensibini kucaklamaya bayılıyorum. Kasma güzel kardeşim… rahat bırak kendini… relax!
Tam da az önce fotoğrafladığım binanın önünden geçerken iki polis arabasının yolda durduğunu ve oradan geçen bazı arabaları çevirip “uygulama” yaptıklarını görüyorum.
Bu arada, özellikle bahsetmeden geçmiş olmayayım Moskova’da çok sayıda lüks araba var. Mercedes sanki özellikle tercih gören bir marka ama çeşit çeşit cip ve spor araba dolanıyor bu şehrin sokaklarında. Yollar çok geniş ve sanırım arabayı hızlı sürmek de bir tür fiyaka burada. Akşamın erken ya da ilerleyen saatleri fark etmiyor; sürekli olarak yüksek süratte giden ve cayır cayır seslerle ivmelenen arabaların motor sesleri yankılanıyor caddelerde. Bu Ruslar tuhaf millet. Uzaktan ya da yakından belli bir soğuklukları var ve bu soğuk dış görünüşün altı da gerçekten soğuk mu yoksa tanıdıkça bu buzu kırmak mümkün oluyor mu diye merak içerisindeyim.
Tam da Kremlin ve yıldızlı kulelerinin birinin fotoğrafını çektiğim konumdan bu polislerin de kareye girdiklerini fark ediyorum sonra ve kadrajı polisleri de içine alacak şekilde ayarlıyorum sinsice. Bir on dakika sonra polislerden biri durumu fark edip yanıma doğru seğirtiyor. Aklımda, “Sibirya’daki hapishanede çeviri yapmam için bilgisayar kullanmama izin verirler mi acaba?” ya da “Acaba nezarethanede bana vokta verir mi bu herifler, türlü şirinlikler yapsam?” türünden sorular dolanırken adam dosdoğru yanıma gelip ne yaptığımı soruyor. Tabii Rusça. Ben bir yandan ekrandaki görüntüyü değiştirirken bir yandan da fotoğraf çektiğimi işaret ediyorum. Ne çektiğimi soruyor. Ürkek bir ceylan edasıyla kuleleri işaret ediyorum. Sonra beni şaşırtan bir şekilde yol kenarındaki zincirleri aşıp yanıma geliyor ve çektiklerime bakmak istiyor. Neyse ki az önce değiştirmiştim görüntüdeki kareyi ve hemen çeviriyorum makineyi. Bakıp gülümsüyor ve yanımdan ayrılıyor. Sibirya ile Kızıl Meydan arasında böyle ince bir çizgi olması ilginç.
Az önce fotoğraflarını çektiğim şu binanın merdivenlerinden daha güzel bir şeyler yakalayabilirim sanki. Çıkıyor, makineyi kuruyor ve uzun pozlamalarla çekmeye başlıyorum ki bugüne kadar başıma gelen en talihsiz olaylardan biri gerçekleşiyor ve çantada kendisiyle ilgilenmemi bekleyen 18 – 55 mm’lik objektifim tüm esaretlerinden kurtulup özgürlüğüne doğru harekete geçiyor. Tuhaf bir şey… objektifin merdivenlerden seke seke bir on basamak inişini hiçbir heyecan ya da üzüntü duymadan izliyorum; sanki her şey kare kare, bir tür ağır gösterimmiş gibi gözlerimin önünden akıyor. Nasıl oldu bilmiyorum ama yola çıkmadan duruyor objektif… Hahaha! Oysa sadece 30 santim kadar kalmıştı ve ben de güzelim objektifimin bir arabanın tekerlekleri altında parçalanmasına hazırlamıştım kendimi. Ben yeni yeni harekete geçip objektifi almaya giderken yoldan geçen çok güzel bir hanımın yere eğilip objektifimi almasına ve bana verişine tanıklık ediyorum. Güzel bir gülümseme ve bir tenk yu paylaşılıyor. Vay canına… Acaba hâlâ çalışıyor olabilir mi objektif. Hemen makineye takıp bakıyorum, çalışıyor. Acaba bu Ruslar düşündüğüm kadar soğuk olmayabilirler mi gerçekten de? Zor soru.
Kremlin duvarları boyunca yürüyerek KM’a doğru ilerliyor, arada gördüğüm güzel bir binanın fotoğraflarını çekiyorum. Heyecan verici ve biraz da hassas bir konumda dolandığım muhakkak, zira hemen bir başka polis tebelleş oluyor başıma. Tabii ki bu da İngilizce bilmiyor ve el işaretleri ile bana anlattıklarına bakılırsa bu noktada fotoğraf çekebiliyor ancak tripod kullanamıyorum. Fotoğraf OK tripod no OK.
Henüz birkaç saattir burada olduğum için olay çıkarmamaya karar verip yürümeye koyuluyorum yeniden. Uzun zamandır aklımda kurduğum heyecan verici noktaya varmak üzereyim. Gitmeden herhangi bir hazırlık yapmadığım için ne tarafa yürümem gerektiğini veya karşıma ne zaman ne çıkabileceğini bilemiyorum. Sanırım yeni bir yeri keşfetmenin güzelliği de burada… Kendini zamanın akışına bırakmak, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir plan içinde olmadan yürümek kendi yolunda.
Hemen önümde devasa bir kapı var ve kapının arkasında görkemli bir bina görünüyor. Herkesin o tarafa gittiğine bakarak doğru yolda olduğuma kanaat getiriyorum. Az önce baktım, gördüğüm o kırmızı bina Devlet Tarih Müzesi imiş ve Google’ın söylediğine bakılırsa buraya giderken Moskova Maneji’nin de önünden geçmişim. Hahaha… bu komik geldi nedense.
Tarih Müzesi’nin yanından yürüyüp hafif bir yokuş çıkınca, sağ tarafta karşılıyor beni Kızıl Meydan.
Peş peşe karışık duygulara kapılıyorum. Önce tatlı bir heyecan ve içten yükselen, orada olmaktan duyduğum bir mutluluk; sonraysa sol tarafta, hemen Lenin’in mozolesinin karşısında gördüğüm bir panayır ve hemen arkasında da abartılı biçimde aydınlatılmış bir alışveriş merkezinin verdiği hayal kırıklığı. Nasıl ya? Kızıl Meydan diye geldim ben buraya; hani şu bir sürü askerin yürüdüğü, tankların ve füze yüklü askeri araçların geçit töreni yaptığı ya da bir ucunda hoş renkleriyle parlayan katedralin bulunduğu Kızıl Meydan. Karşımda olansa farklı hayalini kurduklarımdan… Sağda Lenin’in mozolesi, hemen karşısında bir panayır, yüksek sesle çalan tuhaf tuhaf şarkılar, ışık kirliliği altında fotoğraflarının nasıl çıkacağını bilemediğim Aziz Vasili Katedrali ve kocaman, göz kamaştıracak kadar ışıl ışıl bir alışveriş merkezi. Bu muydu ya?
Ayrıca can sıkıcı bir kalabalık da var etrafta ve katedrali ya da mozoleyi ya da herhangi bir şeyi çekebilmek için gecenin bir saatinde, herkes kendi deliğine girdiğinde yeniden gelmem gerekecek. Üstelik o saatte de bu ışık kirliliği sona ermiş olacak mı garantisi yok. Dört bir yanım fotoğraf çekenlerle dolu ve ben de katedrale doğru yürüyorum ağır ağır.
Acaba mutluluğum mu ağır basıyor şu an yoksa hayal kırıklığım mı hiç ama hiç emin değilim. Ancak her şeye rağmen şu an burada, farklı bir yerde olmak güzel, onu söyleyebilirim.
Çok gevezeyim… devam edeceğim.