Çok soğuk ve karlı olmayan bir pazartesi sabahında düşüyorum yola. Neden buna kalkıştığım hakkında pek bir fikrim yok ama olsun, şimdi düşünme değil harekete geçme zamanı. Mardin’e gittiğimde de benzer bir şekilde atmıştım kendimi yollara ve gurbetin eline. Tuhaftır, o zaman da uçağa binmek üzereyken hâlâ bilmiyordum gitmeyi isteyip istemediğimi.
Sabahın saat 5’inde uyanıp daha kargalar kahvaltılarını yapmamışken yola koyulduğum anlarda bilmiyordum yola düşmenin iyi bir fikir olup olmadığını ama o kadar da karmaşık bir şey değil bu aslında. Bir tür, ya içindesindir çemberin ya da dışında olayı aslında. Ha, kime göre çemberin içi kime göre dışı türünden yaklaşımlarla olayı olduğundan daha zor bir hale sokmak her zaman mümkün tabii ki ama buna hiç gerek yok artık çünkü çoktan gittim ve döndüm. 🙂
Yukarıdaki iki paragrafta yazdıklarıma bakıp, “Bu herif yine bayacak, dur ben en iyisi çok geç olmadan kapatayım şu sayfayı da kurtulayım. Zaten adam için önemli olan da web istatistiklerine bakıp kaç kişinin geldiğini görmek…” diyebilirsiniz tabii ki. Ama avucunuzu yalarsınız zira bu bir yol yazısı!
Arabaya binip de evden havaalanına olan ~70 kilometrelik yolculuğa başlar başlamaz tuhaf bir huzurla doluyor içim. Uçağım yedi buçukta ve birkaç kez yetişiyor muyum diye hesap yapıyorum. Sorun yok, yetişiyorum muhtemelen. Havaalanına varıp hemen check-in yaptırıyorum ama bundan bir beş dakika sonra bir anda inanılmaz bir panik yaşıyorum. Yahu ben pasaportumu aldım almasına da acaba eski pasaportu almış olabilir miyim? Eskisini delmişler miydi delmemişler miydi? Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor bir anda. Acaba eve gidip doğrusunu alacak olsam yedi buçuk uçağına yetişebilir miyim? Hemen çıkarıp bakıyorum namussuz deftere. 2022 yazıyor ama emin olamıyorum ve check-in bankosundakilere gösteriyorum bir de. Sorun yok. Düşünsenize, pasaportunu yanına almayı bile beceremeyen biri olduğum çıkabilirdi ortaya. Phew!
Bu yolculukların belki de en keyifli kısmı uçağa biniyor olmak benim için. Sanırım hayatımın sonuna dek vazgeçemeyeceğim bir tutku olacak havacılık. Bir gün ben de en önde, kendi kullandığım bir uçak ile uçacağım. Moskova’yı bilmiyorum ama işin içinde uçuş kısmı olmasa, gitmeyebilirdim Mardin’e.
Bütün bunlar kafamda dönüp dururken uçuş saati geliyor ve yerleşiyoruz uçağa. Daha önce rastlamadığım bir şey oluyor sonra. Yolculardan bir tanesi check-in yaptırdıktan sonra vazgeçmiş uçmaktan ve bütün el bagajlarının tekrar kontrol edilmesi gerekiyor. Bir uçak dolusu adam ayaklanıyor ve kabin memurlarına kendilerine ait olan çantaları gösteriyorlar. Tamam, içerideki bütün eşyaların sahibi uçakta uçakta olmasına da acaba bu uçağın düşeceği anlamına geliyor olabilir mi? Hani olur ya, bir içgüdü sonucunda son anda binmekten vazgeçer birileri de sonra uçak düşer ve gazeteler yazar. Bu düşünceyle o an uçaktan inmeye üşeniyorum tabii ki. Kalkıyor iniyoruz.
Şimdi İstanbul’dayım ve bir miktar beklemek lazım. Sevgili Ilgaz sayesinde check-in kuyruğuna girmekten de kurtulunca keyifler gıcır oluyor. Valla iyi ettim yola çıkmakla. Pasaport kontrolünü sorunsuz bir şekilde ve neden dünyanın dört bir tarafındaki pasaport memurlarının böylesine suratsız olduklarını düşünerek geçtikten sonra kendimi Sabiha’nın sigara balkonuna atıyorum. Havaalanlarındaki bu sigara yerleri utanç verici oluyor genellikle ve burası da diğerlerinden farklı değil. Sağı solu altı üstü tellerle kapatılmış, prensip olarak telleri geçmesi gerekirken dumanın dışarı çıkmayı beceremediği bir yer. İnsanı bir 8-10 saat kapatsalar buraya valla da sigara içmekten vazgeçer.
Bekle bekle zaman geçiyor. Benim kızın saati gelince bankoya gidiyorum. Bu uçuşta acil çıkışta oturacağım ve bu hem iyi hem de kötü bir şey. İyi bir şey çünkü bacaklarımı gani gani uzatabiliyorum. Ama bir yandan da kötü zira fotoğraf makinemi yanıma almam mümkün değil.
Uçak neredeyse tamamen dolu ancak benim yanımda kimse yok. Süper bir durum. Pegasus her şeyi satıyor ve bunu da öylesine zalim bir şekilde yapıyorlar ki o kokular hâlâ burnumda diyebilirim. Yanımdaki tavuk istiyor, önümdeki ise biftek. Nasıl bir yemek kokusu var uçağın içerisinde anlatamam. Hani öylesine canım çekiyor ki neredeyse ben de sipariş vereceğim.
Neyse ki yol çok uzun değil. Sabiha Gökçen’den iki saat yirmi dakika süren bir yolculuğun ardından varıyorum Moskova’ya.
Pasaportumu buz gibi bakışları olan ve hafiften tehlikeli görünen bir memura veriyorum ve adam beklenmedik bir şekilde, kulaklarından tam tepe noktasına doğru hareket ettirdiği beş parmağıyla tuhaf tuhaf kafasını kaşımaya başlıyor. Bir süre bakıp acaba gülsem mi diye düşündüysem de benden beklenmeyecek kadar zekice bir kavrayışla aslında bana bir şey işaret edebiliyor olabileceğini fark ediyorum: Beremi çıkarmamı istiyor. Bizim iş yerindeki herkes bilir, beresiz çıkmam ben abi! Neyse ki fazla prensip sahibi biri değilim de olay çıkarmadan dediğini yapıyorum o da bana bir şeyler söylüyor. Verilebilecek çok fazla cevap yok aslında zira ne sorduğunu anlamam mümkün değil. Her şeyi anlatan büyülü kelimeyi kullanıyorum ben de: Turist!
İki uçuş oldu ama bavulumu hâlâ kaybetmedim. Çantamla birlikte havaalanından çıkıp Rusya’ya ayak basıyorum. Her taraf elinde TAXI yazan kâğıtlar tutan adamlarla dolu. Tahmin edeceğiniz üzere bir kere de sormayı ihmal etmiyorlar ama hiçbiri ısrar etmiyor. Moskova’da iki tür taksici var, resmi olanlar ve kaçak çalışanlar. Genel anlamıyla normal koşullarda 200 ruble eden bir mesafe için 1000 ruble talep ediyor, pazarlıkla 400-500 rubleye sizi götürüyorlar.
Neyse ki gitmeden bir miktar araştırma yapmıştım ve şehre gitmek için Aeroexpress trenini kullanacaktım. 45 dakika civarında süren bu yolculuk için gidiş dönüş bileti alıyor ve toplam 900 ruble (yaklaşık 36 TL) ödüyorum. Tren oldukça temiz ve bakımlı ama yolda çevreye baktığımda farklı bir yerde olduğumu hemen görebiliyorum. Şehir merkezinin nasıl olduğu hakkında net bir fikir vermesi sanırım mümkün değil ama kenar mahallelerdeki görüntü oldukça kasvetli ve yapılar genellikle bakımsız, yıkık dökük ve genel manzaraya gri renk hâkim. Şehri çevreleyen kavak ormanları ve kar da bu iç karartıcı havanın iyice yoğunlaşmasını sağlıyor. Tuhaf bir şekilde mutluyum ama ben ve heyecanla etrafımı seyrediyorum. Trenler her yarım saatte bir kalkıyor ve ben son anda bindiğim için narin popomu koyabileceğim, beğendiğim bir koltuk bulamıyor ve iki vagon arasında dikilmeyi tercih ediyorum.
45 dakika sonra Moskova’da, Paveletskaya istasyonundayım. Buradan kahverengi hat ile Külltür Park’a gidecek, sonra da kırmızı hat ile Kropotkinskaya istasyonuna gideceğim. Bu konuyu daha sonra tüm detaylarıyla yazacağım ama bunu becermek yazmak kadar kolay değil. KACCA’dan üç günlük ve her yerde, sınırsız geçen metro biletimi alıyorum, 12 TL karşılığında.
Bir şekilde Kropotkinskaya’ya ulaşıyorum ve sonradan daha zor yoldan öğreneceğim üzere, şans eseri çok doğru bir seçimle, yolun çıkmam gereken tarafına çıkmayı başarıyorum.
Booking.com üzerinden bulduğum, Russian Apartments diye bir yerde kalacağım. Rezervasyonumu yapmadan önce yorumları okurken görmüştüm aslında, pek çok kişi oteli bulmanın çok zor olduğunu söylemişti. Caddemsi bir yolun kenarında, dışarıdan otel olduğunu anlamanızı sağlayan hiçbir öğye, hatta bir tabelaya bile sahip olmayan bir yer burası. Ama dedim ya, başlangıcı çok şanslı yaptım ve çok da farkında olmadan yaptığım doğru tercihlerle oteli çok kolayca buldum.
Kapıyı çalıyor içeri giriyorum. Tek seçenek merdivenlerden yukarı çıkmak. Yukarıda bir kapı daha var ve o kapının ardında, orta yaşlı bir kadın karşılıyor beni. İngilizce bilmiyor olmasına rağmen her şey kolayca ilerliyor bir şekilde; pasaportumu alıp kaydımı yapıyor, iki kişilik oda için iki gecelik ücret olan 220 TL’yi ödüyorum. Bana dış ve iç kapıyı açabilmem için Akbil benzeri bir nane veriyor. Bu anahtarla istediğim zaman girebilir istediğim zaman çıkabilirim artık. Son derece sessiz, bir koridor ve altı yedi kapıdan oluşan bir yer burası. Resepsiyon falan yok ve herkes kendi halinde. Ama otelin şöyle bir avantajı var, Kremlin 15 dakikalık yürüme mesafesinde.
Odada mikrodalga, su ısıtıcı, buzdolabı, saç kurutma makinesi, tabak çanak, iki tane hazır kahve var. Hmm… sanırım markete gitme vakti geldi. Aklımda yanlış kalmadıysa saat 18.30 civarı.
Odadan çıkıp kadına yakınlarda bir market olup olmadığını soruyorum. Var. Bana tarif ediyor zar zor, bende çok uğraştırmamak için anlamış gibi yapıyorum. Ana hatlarıyla nehrin diğer tarafında olduğunu, merdivenlerden köprüye çıkacağımı anlamış durumdayım. Eh, bu kadarı fazla bile.
Otelin kapısından akşam çökmüş sokağa çıkıp bir yüz metre sonra kendimi nehrin kenarında bulunca, bir yerin güzel olması için suya ihtiyaç olduğunu anlıyorum. İçinden nehir geçen şehirler bir başka bence.
Beni deli gibi üşütmeyen, hatta içime enerji dolduran bir havayı ciğerlerime çekerek karışıyorum kalabalığa ve nehrin karşı tarafına doğru yürümeye başlıyorum. Aklımda hiçbir şey yok. Sadece ve sadece bana yabancı bu yeri tanımaya, etrafımı incelemeye odaklanmış durumdayım.
Sağ tarafımda çok hoş bir manzara var. Bir süre bu manzaranın keyfini sürerek öylece duruyor, bir iki kare fotoğraf çekiyorum. Neden sonra kafamı sola çevirdiğimde ise Kremlin ve kulelerin tepesindeki kızıl yıldızlar karşılıyor beni. İşte o an her şey tamı tamına oturuyor yerine.
Yahu Moskova’dayım ya ben!


